top of page

Evrimsel Psikoloji İle İlgili 7 Temel Yanılgı

Bu öğe hakkında daha fazla bilgi ekleyin...

September 28, 2019

Psikolojiye evrimsel yaklaşımlar psikoloji alanında devrim yapma ve onu biyolojik bilimler ile birleştirme vaadinde bulunur. Ama hem akademide hem de toplum bazında evrim hakkındaki bazı yazı anlaşılmalar evrimin psikoloji ve davranışa olan uyarlamasını sekteye uğratmış durumda. Bu makale bunlardan en yaygın olanları ele alıyor.

Yanlış Kanı 1: Evrim ve Öğrenme Davranışı Açıklama Sürecinde Birbiri İle Çelişen Açıklamalar.

            İnsanlar genellikle eğer bir şey öğrenilmiş ise bunun evrime uğramamış olduğunu veya tam tersini sanarlar. Bu üç ana nedenden dolayı son derece yanıltıcı yaklaşım.

            İlk olarak, çoğu evrimsel hipotez öğrenme hakkında. Örneğin, insanların evrimleşmiş bir yılan ve örümcek korkusu olduğu  insanların bu korku ile doğduğu anlamına gelmez. Bunun yerine, insanların yılan korkusunu diğer korkulardan çok daha kolay öğrenmelerini sağlayan öğrenme mekanizmaları ile doğduğu anlamına gelir. Psikolojide klasik çalışmalar gösteriyor ki maymunlar yılan korkusunu gözlemsel öğrenme ile öğrenebiliyorlar ve bunu tavşan ve çiçekler gibi diğer cisimlerden korkmayı öğrenmekten daha hızlı öğreniyorlar. Ayrıca bir maymun için yılan korkusunu unutmak diğer korkularını unutmaktan çok daha zor. Maymunlarda olduğu gibi, insanların evrimleşmiş bir yılan korkusu olduğu bu korku ile doğduğumuz anlamına gelmez. Bunun yerine, bizim bu korkuyu, bazı korkuları diğerlerinden daha kolay öğrenmemizi sağlayan biyolojik temelli , evrimleşmiş öğrenme mekanizmaları ile öğrendiğimiz anlamına gelir.

            İkinci olarak, öğrenme beyinde somut hale gelmiş evrimleşmiş mekanizmalar sayesinde mümkün olur. Biz bir şeyleri öğrenebiliyoruz çünkü öğrenmeyi mümkün kılan nörobilişsel mekanizmalar ile donatılmış durumdayız -ve bu nörobilişsel mekanizmalar evrim tarafından inşa edidi- Hem çocukların hem de köpek yavrularının öğrenebildiği gerçeğini ele alalım ama ikisine de aynı şeyi öğretmeyi deneseydik -Fraznsızca veya oyun teorisi diyelim- farklı öğrenme ile ortaya çıkarlardı. Neden ? Çünkü köpeklerin evrimleşmiş öğrenme mekanizmaları çocuklarınkinden farklı. Bir canlının neyi öğrendiği ve nasıl öğrendiği beyninde yatan evrimleşmiş öğrenme mekanizmalarının doğasına bağlıdır.

            Algı ile ilgili bir analoji konuyu anlamaya yardımcı olabilir. Canlılar beyinlerindeki ve duyu organlarındaki algısal mekanizmalar sayesinde algılarlar. Bu algısal mekanizmanın nasıl çalıştığını ve ne tür çıktılar verdiğini anlamak için bunları üreten nedensel sürece bakmalıyız yani evrime. Konu algı olunca bu tartışmaya kapalı bir düşünce ama konu öğrenme olunca daha az kabul gören bir durumda. Canlılar öğrenirler ve öğrenme davranış için kritik öneme sahiptir - ama öğrenme kökeni evrimsel süreçte yatan beyin bazlı öğrenme mekanizmaları ile mümkündür. Öğrenme ve evrim çelişkili açıklamalar değildirler, doğal açıklayıcı partnerdirler.

            Son olarak, evrimi ve öğrenmeyi otomatik bir şekilde çelişkili olarak çözümlemek bir hatadır çünkü çözümlemenin aynı seviyesinde bile yer almazlar: Öğrenme yakınsak ama evrim temel bir açıklamadır. ( Yakınsak seviyedeki analiz bir şeyin neden çalıştığını açıklarken, temel seviyedeki analiz neden çalıştığı şekilde çalıştığını veya sistemin neden ilk başta bu şekilde inşa edildiğini açıklar.)

            Bir şeyin evrimsel sürecin ürünü olduğunu söylemek bir canlının yaşamı boyunca davranışların nasıl geliştiği hakkında hiçbir şey ifade etmez: Biraz öğrenme içermiş olabilir veya olmayabilir. Bu yüzden iki açıklama birbiri ile uyum içindedir. ( Bazı evrimsel hipotezlerin bazı öğrenme hipotezleri ile çelişen yakınsak çıkarımsamalarda bulunduğunda olduğu gibi spesifik evrimsel hipotezlerin bazı spesifik öğrenme hipotezleri ile çelişmesi mümkün. Ama asıl nokta bu iki açıklama birbiri ile çelişmek zorunda değil ve evrim ve öğrenmenin son derece uyumlu olduğu  bir sürü örnek var. Hata bu iki açıklamayı biri öğrenmeden diğeri evrimsel süreçten bahsettiği için otomatik olarak çelişkili görmekte.

Yanlış Kanı 2: Evrimin Sonuçları Doğar Doğmaz Var Olmalı ( Ya Da Çok Erken Süreçte Ortaya Çıkmalı)

            İkinci en yaygın yanlış kanı evrimin sonuçlarının yavru doğar doğmaz görülebilir olması - ya da en azından çok erken süreçte ortaya çıkması yönünde. Ama doğal seçilim bu şekilde çalışmıyor . Doğal seçilim yalnızca doğar doğmaz ortaya çıkan adaptasyonlar değil, gelişimsel süreç boyunca ortaya çıkan adaptasyonlar da inşa eder. Dişler, göğüsler ve yüzdeki kıllar bunu çok iyi bir şekilde gösterir: Bunların hepsi evrimin kabul edilmiş ürünleridir ama yine de doğar doğmaz ortaya çıkmazlar. Benzer şekilde, yumurtadan yeni çıkan kuşlar çok iyi göremese ve uçamasa da kimse kuşların çok iyi evrilmiş görme ve uçma yeteneği hakkında şüphe etmez. Bir davranışın veya psikolojik bir yatkınlığın evrimsel sürecin bir ürünü olduğunu iddia etmek  onun, doğar doğmaz var olacağını iddia etmek anlamına gelmez, davranışın organizmanın gelişimi boyunca türün bütün veya çoğu üyesinde ortaya çıkacağını iddia etmek anlamına gelir.

            Evrimsel sürecin ürünleri düzgün bir şekilde ortaya çıkabilmek için genellikle belirli bazı çevresel şartlara bel bağlar - doğruca bir sonraki yanlış kanıya yönlendiren bir nokta.

Yanlış Kanı 3: Evrim Genetik Belirlenimciliği İma Eder

            Bu kanı ne kadar yaygın olursa olsun, psikolojiye yönelik evrimsel yaklaşım davranışın genetik olarak belirlendiğini belirtmez. Bu noktayı anlamak için iki yol var.

            Öncelikle, diğer tüm yaşam araştırmacıları gibi evrimsel psikologlar da zihindeki, beyindeki ve vücuttaki her şeyin genler ve çevresel şartlar tarafından belirlendiğini  belirten görüşe bağlıdırlar.

            İkinci olarak ise, Evrimsel bir bakış açısı, nedensel sürecin her aşamasında hayati önem taşıdığına işaret ederek çevrenin merkeziyetini vurgulamaktadır .Adaptasyonların ilk evrimi, yaşam boyunca olan gelişimleri ve yakın zamandaki tetikleyicileri. Diğer bir deyişle, Evrimsel bir yaklaşım üç ima içerir, a) çevresel baskılar adaptasyonların evrimini başlatır, b) adaptasyonlar düzgün bir şekilde ortaya çıkabilmek için çevresel şartlara ihtiyaç duyarlar ve c) Çevresel tetikleyiciler adaptasyonu aktif hale getirmek için o anda gereklidirler. Zamansal süreç farketmeksizin evrimsel bir yaklaşım çevreyi merkeze koyar.

            Peki öyleyse neden bazı insanlar evrimsel psikologların genetik belirlenimci olduğuna inanmakta ısrarcı ?  Bir neden, eleştirilerin, adaptasyonların genetik bir temeli olduğu gerçeği ile adaptasyonların genetik olarak belirlendiği düşüncesi arasında doğru bir çizgi çekememesi olabilir ( bütün adaptasyonlar genetik bir temele sahiptir ama genetik olarak belirlenmiş değildirler.) Çoğu biliminsanı ayrıca evrimbilimciler arasında kabul gören bir görüş olan türe özgü evrimsel mekanizmaların kalıtsallığının sıfır olduğunun  farkında olmayabilir. Evrimsel psikoloji hakkındaki diğer yanlış kanılarda olduğu gibi, eleştiriler alandaki literatür dikkatlice incelenmeden oluşturulmuş görüşlerden oluşuyor. 

Yanlış Kanı 4: Eğer bir davranış kültürden kültüre değişiyorsa, evrimsel sürecin ürünü değildir.

            Sezgisel olarak doğru gibi gözükse de bu düşünce asıl noktayı ıskalar. Problem şurada: Evrimsel düşünce bir davranışın kültürden kültüre sabit kalacağını ileri sürmez, bunun yerine, davranışı üretecek olan nörobilişsel makinenin bütün kültürlerde aynı olduğunu söyler. Bu çok farklı bir iddia.

            Dili ele alalım. Farklı kültürlerde yetişen insanlar farklı dilleri öğrenirler. Bu dilsel becerilerin evrimsel sürecin bir ürünü olmadığını mı gösterir ? Hayır. Bu basitçe düşünürsek doğal seçilimin dil öğrenme üzerine evrensel bir beceri geliştirdiği anlamına gelir- ama hangi dili öğrendiğin nerede yetiştiğine bağldır.Benzer şekilde, bizim türümüzdeki her birey bizi sosyal statüye yönelten mekanizmalar ile donatılmış durumdadır -ama statünün belirteçleri kültürden kültüre, alt kültürden alt kültüre değiştiği için biz kendi kültürümüzdeki yerel statü belirteçlerine dikkat kesiliriz ve bunlara değer veririz.  Aynı süreçlerin iğrenme  ve yemek tercihleri  konusunda da işleyebileceğini ileri süren çalışmalar var. Sonuçların -hangi yemeğin yendiği veya hangi dilin konuşulduğu- toplumdan topluma değişmesi bu davranışların temelini oluşturan psikolojik mekanizmaların da farklılık göstereceği anlamına gelmez. Davranışlardaki kültürlerarası farklılıklar bu davranışları ortaya çıkaran nörobilişsel mekanizmaların temelinde bulunan kültürlerarası birlikten kaynaklanır.

            Bu tekrar etmekte fayda olan bir nokta: Psikolojiye ve davranışlara yönelik çoğu evrimsel yaklaşım davranışı üreten nörobilişsel mekanizmaların bilgi işleme süreçlerinde bir evrensellik olduğunu öne sürer davranışların kendisinde değil.

            Bunu anlamak için yaratılmş kültüre referans verebiliriz. Yaratılmış kültür  evrensel bir psikolojik mekanizma ile kültürler arasında farklılık gösteren çevresel girdilerin kombinasyonundan kaynaklanan gruplar arasındaki kültürel farklılıkları ifade eder. Bu durumu çok net bir denklem ile ifade edebiliriz: Evrensel psilkolojik mekanizmalar + kültürden kültüre değişen çevresel girdiler = kültürden kültürden değişen davranışlar.

            Çiftleşme stratejilerindeki kültürel farklılıklar bu konuya açıklık getirebilir. Kültürlerarası çalışmalar, kültürlerarası çiftleşme stratejisindeki farklılıkların işlevsel cinsiyet oranı temelinde tahmin edilebileceğini göstermektedir. Erkeklerin sayıca az olduğu ülkelerde kadın erkek ilişkileri daha kısa dönemli olurken, kadınların sayıca az olduğu ülkelerde ilişkiler daha uzun süreli oluyor. Peki Neden ? Bu dinamikler ekonomi terimleri ile açıklanabilir: Çiftlleşme marketi, az olan cinsiyetin daha fazla pazarlık gücünün olduğu bir biyolojik markettir. Erkekler ortalamada daha güçlü rastgele cinsel ilişki arzusuna sahip oldukları için, erkeklerin az olduğu kültürlerde ilişkiler daha kısa süreli olmakta. Kadınlar ise ortalamada bağlılık olan ilişkiler için daha istekli oldukları için kadınların daha az olduğu toplumlarda kadın erkek ilişkileri daha uzun soluklu olmakta (ortalamada kelimesine dikkat edin -her cinsiyetin kendi içinde de çok fazla çeşitlilik var ama yine de çalışmalar ortalamada net bir cinsiyet farkı gösteriyor. )

            Yaratılmış kültürden kasıt bu: Kültüre göre farklılık gösteren çevresel girdilerle birleştirilen evrensel bir psikolojik mekanizma, kültüre göre farklılık gösteren davranışlar sağlar. Çiftleşme davranışındaki kültürel çeşitlilik evrimsel bir açıklama ile çelişmez aslında bu evrimsel akıl yürütme yönteminden önce tahmin edilmişti. Bu fenomen -yaratılmış kültür- kişilik özelliklerindeki dışa dönüklük, deneyime açıklık ve sosyoseksüellik gibi kültürel farklılıkları da bir nebze açıklıyor.            

             Sosyal bilimlerde geleneksel bilgelik, bir davranıştaki kültürel farklılıkların söz konusu davranışın evrimsel bir temele sahip olmadığı anlamına geldiğidir. Bu sezgisel bir yorum ama bu yanlış bir sonuç çünkü psikolojiye yönelik evrimsel yaklaşımlar davranışın kendisinde değil davranışı mümkün kılan psikolojik mekanizmaların bilgi işleme seviyesinde bir evrensel birlik olduğunu öne sürer. Davranıştaki kültürlerarası farklılıklar evrimsel bakış açısıyla tutarlıdır ve hatta dikkatli bir evrimsel sorgulama ile bir ilk neden bile öne sürebilir.

Yanlış Kanı 5: Evrimsel Psikoloji, Bireysel Farklılıklara Yeterince Önem Vermez

Bu fikirde biraz haklılık payı var, özellikle de takvimde 20 yıl geri gittiğimizde.Evrimsel psikoloji başlarda türe özgü mekanizmalar ve cinsiyet farklılıklarına odaklandı.. İlk bakışta, bireysel farklılıklar -özellikle de kalıtsal olanlar- evrimsel bakış açısıyla ele almak için fazla zorlayıcı göründü ve araştırmacıların konuyu ele almaya başlaması biraz zaman aldı. İlk çalışmalar bu , bu  ve bunun gibi makaleleri içeriyor.

Son zamanlarda evrimsel psikologların bireysel farklılıklara olan ilgisi büyüdüğünü ve hem açıklama hem de öngörüde gelişme kaydedildiğini görüyoruz. Bireysel farklılıkları ele alan bazı teorik makaleler için: bu , bu  , bu ve bu. Spesifik bireysel farklılıklar ile ilgili bazı güncel deneysel makalelerde (bu dışadönüklükle ilgili olan) , kıskançlıkla alakalı olan şu makale, iğrenme ve çiftleşme stratejisi ilgili olan , vücut kokusuyla ilgili olan  ,kişilik özelliği varyasyonu ile ilgili olan  , kamu malına yararına katkı ile ilgili olan bu makale , ahlaki davranışla ilgili olan  , parazitlerin etkileriyle olan bu makale  ve çeşitli bireysel farklılıkların değişkenleri ile ilgili olan bu yazı  .Ayrıca başka bireysel farklılıklar ile ilgili bölümleri içeren daha kapsamlı makaleler de mevcut. Kıskançlıkta cinsiyet farklılıkları, duygularla ilgili olan bu makale  , ya da bireysel farklılıklar ile ilgili ileri hipotezler öne süren açlığın psikolojisi ile ilgili bu makale  ve bu  da tamamı bağlam etkisinden bahseden bir makale ki bu etki davranışta bireysel farklılıklar için önemli bir etmen.

Dolayısıyla evet, psikolojiye evrimsel yaklaşım başlarda evrensel ve cinsiyete özgü mekanizmaları kolay lokma sandı ancak son 20 yılda, cinsiyetlerin kendi içinde olan varyasyonuna olan önem de dahil bireysel farklılıklara olan ilginin arttığına şahit olduk. Bu yükseliş azalacak gibi görünmemekle birlikte kapsamını ve önemini arttıracağa benziyor.

Yanlış Kanı 6: Evrimsel Psikologlar Her Şeyin Bir Adaptasyon Olduğunu Düşünürler

Bu uydurma hiç şaşmaz- ki bu yalnızca ana kaynakları okumak yerine yanlış bilgiler içeren eleştirileri   okumanız kaydıyla makul görülebilir.

Evrimsel psikologlar yayınlanan yazılarında açık bir şekilde ifade ediyorlar ki, evrim 3 çeşit ürün verir: adaptasyonlar, yan ürünler ve çeşitlilik. Bu teorik ifadenin ötesinde, araştırmacılar ayrıca yan ürünlerle ilgili hipotezler öne sürüyor ve bununla ilgili araştırmalar yürütüyorlar.Örneğin, burada  ve burada   psikolojimizin tüm yönlerinin adaptasyonlardan ibaret olduğu kanısını reddeden 3 farklı kavramsal makale yer alıyor. Adaptasyon, eksaptasyon ve spandreller* ile ilgili bu makale yan ürünlerden detaylı olarak bahsediyor.Bu makale psikolojide eksaptasyoncu bir programı nasıl yürütmek gerektiğinden bahsediyor.Burada ise ırkçılığın adaptasyon değil evrimsel bir yan ürün olduğundan ve ortadan kaldırılabileceğinden bahseden harika bir çalışma bulunuyor.Burada  ise erkekler arasında bir hayli yaygın olan cinsel fetişizmin, öğrenilmiş cinsel mekanizmalar ile birlikte aşılması daha kolay olan cinsel uyarılma eşiklerinin bir yan ürünü olduğunu savunan makale bulunuyor.

Burada  ise evrimsel psikolojinin önde gelen iki ismi, cinayetin adaptasyon değil yan ürün olduğunu ve burada da  aynı psikologlar -ve beraberlerinde bir ortak yazar ile birlikte- uxorisid (eşini öldürme)  ve filisidin (çocuğunu öldürme)* de evrimin yan ürünü olduğunu söylüyor. Burada , burada   ve burada   araştırmacılar din ve doğaüstü aracılara inanmanın: yanlış pozitiflere karşı yanlı olan aracı-tespit mekanizmaları,zihin kuramı mekanizmaları ve bağlanma kuramı  gibi başka mekanizmaların yan ürünü olduğunu açıklayan örnekleri bulunuyor.

Yakın zamanda meslektaşlarım ile yeni bir evrimsel psikoloji elkitabuna ‘’Evrimin Ürünleri’’ isimli bir bölüm dönderdik ve ilginçtir ki yan ürünler bölümün ana kısmını oluşturuyordu.

Evrimsel psikolojiye gelen bu eleştiri ile evrimsel psikologların yayınlanan yazılarında aslında söyledikleri arasında uyumsuzluk dikkat çekici. Bu uyumsuzluğun şaşırtıcı olmamasının tek sebebi ise alana dair daha başka birçok kötü temsil edilen/ yanlış aktarılan örneklerin bulunması. Bunlardan bazılarına buradan  , buradan , buradan ve buradan  bakabilirsiniz.

Problemin bir kısmını adaptasyonun ne olduğuna dair felsefi anlaşmazlık oluşturuyor. Birçok evrimsel psikolog adaptasyonizm kavramını, psikolojide işimizin bittiği tüm ya da çoğu özelliğe adaptasyon sağlamamız olarak açıklamak yerine bir kısayol  ve potansiyel adaptasyonlarla ilgili hipotezleri denemeyi -sonrasındaysa bulgular farklı yönde ise bu hipotezleri reddeden-  içeren yöntemsel yaklaşımlar olarak açıklıyor. Diğer bir deyişle,adaptasyonizm; belirli bir özelliğin, söz konusu özellik araştırılmadan önce bir adaptasyon olacağı fikrine bir tür dini bağlılık değil, test edilebilir hipotezler üreten bir araştırma stratejisidir .Bu kavram bir çalışma metodu ve araştırma stratejisi olarak birçok meyve verdi  . Eğer kavram tartışmaya açık olmayan bir varsayım olsaydı, bu gerçekten korkunç olurdu- ama evrimsel psikoloji alanında çalışmalarını sürdürenler kavramı bu şekilde kullanmadı. Ayrıca çalışmaları takip edenler de yanlış anladıkları kavramlar için suçlanmamalı, zira Stephen Jay Gould gibi kimi seçkin isimler  bile muhataplarının görüşlerini yanlış aktarma eğiliminde  

Yanlış Kanı 7: Evrimsel Psikolojik Hipotezler  Öylesine Hikayelerdir

Evrimsel Psikoloji literatürünün ilk örnekleri ile pek haşır neşir olmadıysanız  bu yanılgıyı sürdürmeniz çok daha olasıdır. Bu yanılgıyı burada ele almıştım, ancak daha geniş bir kitleye ulaşabilmek adına burada da tekrar belirtiyorum. Terime aşina olmayanlar için, öylesine hikayelerden* kasıt psikologların bir davranışta farkettikleri şeye ilişkin bilimsel olmayan açıklamalar -bu örnekte evrimsel bir açıklama- getirip daha sonra da herhangi bir araştırma veya test yapmadan bu açıklamaya inanmaya karar vermesidir.

Ç/N: just-so stories; öylesine hikayeler ve ya işte öyle hikayeler olarak çevirilebilir.

Bilimde hipotez testine iki temel yaklaşım vardır.Bunlardan ilki yukarıdan aşağıya yöntemdir: araştırmacı bir hipotez oluşturmak için bir teori kullanır, bu hipotezden spesifik tahminler çıkarır ve bu tahminleri test etmeye devam eder. Yukarıdan aşağıya yaklaşımı kullanıp hataya düşmek neredeyse imkansızdır çünkü bu yaklaşımda araştırmacı teoriye dayanarak tahminler hazırlar. Evrimsel psikolojide yapılan birçok araştırma teoriden başlayıp oradan devam ederek bu yaklaşımı kullanır

Hipotez testine ikinci yaklaşım, aşağıdan yukarıya yaklaşımdır: araştırmacı, insan davranışı veya psikolojisi hakkında bir şey fark eder, bu davranışı açıklayabilecek bir hipotez ortaya çıkarır, daha sonra bu varsayımı yeni tahminler üretmek için kullanır ve son olarak da bu tahminleri test eder.

Her iki yaklaşım da bilimin normal ve verimli parçalarıdır ancak ikinci yaklaşım (aşağıdan yukarıya), araştırmacı araştırmasını yarıda bırakıp ileri aşamaları test etmez ve yeni tahminlerde bulunmazsa hipotezini öylesine bir hikayeye çevirebilir. İşte bu şekilde araştırma yürüten araştırmacılar bu ‘’hikayelerden’’sorumludur. Ancak neyse ki herhangi bir bilimsel disiplinde bu berbat hataya düşecek araştırmacı sayısı oldukça azdır. (Tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki biraz çabayla lisans öğrencilerinin bile bu hataya düşmesi engellenebilir.)

Eğer evrimsel psikoloji ana literatürünü araştırırsanız iki şey ile farkedersiniz:

1) yukarıdan aşağıya yaklaşımı kullanan bir çok evrimsel psikoloji çalışması, -böylece hikaye anlatmanın önüne geçilecektir- ve 2) yarıda bitmeyen , daha çok araştırmacıların henüz oluşturdukları hipotezden yeni tahminler çıkarıp bu yeni tahminleri yeni ampirik çalışmalarda test etmeye devam ettikleri pek çok aşağıdan yukarıya yaklaşımla yapılmış çalışma. Bu da evrimsel psikoloji araştırmalarında kullanılan aşağıdan yukarıya yaklaşımlarının da hikaye anlatımına engel olduğunu gösterir.

Öyleyse neden pek çok insan evrimsel psikolojik hipotezlerin hikayelerden ibaret olduğu fikrinde ısrarcıdır? Potansiyel açıklamalar şunlar olabilir:

 1) evrimsel psikoloji tarihsel unsurlar içerir ve 2) ve bizler  geçmişe direk olarak tanıklık edemeyiz. Bu, evrimsel psikolojik hipotezlerin nihayetinde denenemez olduğu ve bu nedenle de öylesine hikayeler olabileceği anlamına gelir.

Bu tür bir düşünce caziptir, ancak yanlıştır - ve hipotez testinin doğasına aykırıdır.

Öncelikle,farz edin ki tarihsel unsur içeren herhangi bir dalda hipotez testi yapmak neredeyse imkansız.Bu durum kozmoloji, astrofizik, paleontoloji, arkeoloji, jeoloji ve evrimsel biyoloji gibi daha pek çok alanı da çürütülemez ve öylesine ‘’saçmalıklar’’dan ibaret yapar. Bunun yanlışlığı barizdir ve evrimsel psikolojinin tarihselliğinin onu otomatik olarak yanlışlanamaz kıldığını düşünenlere açık bir uyarıdır.

İkincisi, bu hipotez testinin doğasını yanlış anlamaktır. Evrimsel psikologlar hipotezlerini test etmek için zamanda yolculuk yapmak zorunda değildir.-bunun yerine, hipotezleri geçmişe dair (kuşkusuz eksik) bilgilerini içerir, bu hipotezler modern dünyada görmeyi beklediklerimiz hakkında ampirik tahminler verir.

Başka bir deyişle, evrimsel bir psikolojik hipotez, X koşullarında modern insanları test ederken ne bulmamız gerektiği konusunda tahminler verir.Örneğin, bizi hastalıktan korumaya yarayan tiksinme hipotezini test etmek istiyorsak, zamanda geriye gitmemize de gerek yok, geçmiş hakkında mükemmel ve tam bilgiye sahip olmamıza da.Aksine, bu hipotezi test etmek, dışarı çıkıp modern insanları test etmemizi gerektirir.Örneğin, insanların daha patojenik maddelere daha güçlü bir tiksinme tepkisi gösterirdiği  ,daha yüksek iğrenme ve daha fazla kirlenme duyarlılığı olanların yakın zamanda hastalanma ihtimalinin daha düşük olup olmadığı hastalanma ihtimalleri yüksek  ,İnsanların başkalarında hastalıkları vücut kokusuyla tespit edip edemediği edebilirler , kişinin akrabalıklarına bakarken iğrenmenin daha az olup olmadığı daha az   İğrenmenin beklenen eşleşme davranışına bağlı olup olmadığı bağlı, bağışıklık tepkisini aktive edip etmediği ediyor gibi , immünosüpresyon dönemleri sırasında regüle edilip edilmediği edildiği görülmüş ,insanları patojenler ile prime etmenin enfeksiyon olasılığını azaltan davranışlarda bulunmalarını arttırıp arttırmadığı arttırıyor.

Evet, iğrenmenin bizi hastalıktan korumak için geliştiği hipotezi, örtük bir tarihsel unsur içermekte. Ancak bunu test etmek, araştırmacının zamanda yolculuk etmesini ya da tarihe tanıklık etmesini gerektirmez- test etmek, araştırmacının hipotezden yeni tahminler çıkarmasını ve bu tahminleri modern zamanda test etmesini gerektirir.Bunun konunun en önemli noktası olduğuna inanıyorum.Evrimsel hipotezlerin kısmi tarihçiliğinin onları yanlışlanabilir kıldığını düşünmek caziptir, ancak bu durumda yanlışlanabilirlik kavramı ve hipotez testinin doğası yanlış anlaşılmış olur.Evrimsel hipotezler,  insanlar hakkında modern ortamda test edilebilecek tahminler verdikleri ve yaptıkları sürece, kesinlikle yanlışlanabilirler. 

Sonuç

 

Bu yazının amacı psikolojiye evrimsel yaklaşımların mükemmel olduğunu söylemek değildir. Öyle değillerdir ve geliştirilmesi gereken yönleri vardır. Bununla birlikte, bu yazıda tartışılan yaygın yanlış kanılar, alanın hem akademisyenler hem de halk arasında kabul görmesini engellemiştir.Bu kanıların büyük ölçüde temelsiz olduğu göz önüne alındığında, birçok insanın evrimsel psikolojiyi reddetmesinin, alanın gerçek yararları ve sınırlamaları ile ilgisi olmadığı ve yanlış anlamaların temeli üzerine kurulu olduğu anlaşılmaktadır.

Belki de daha önemlisi, bu kavram yanılgıları psikolojinin bir bütün olarak ilerlemesini engel olur, çünkü zihin ve davranış bilimi, evrimi görmezden gelirse tam potansiyeline ulaşamaz. Beynimizin evrimin bir ürünü olduğu ve bunun zihinlerimizin nasıl çalıştığı konusunda önemli sonuçları olduğu gerçeği inkar edilemez.

Bilim adamları, evrim teorisinin yaşam bilimlerinin bütünleştirici paradigması olduğu konusunda hemfikirdir: evrim teorisi birçok farklı disiplini birleştiriyor, bilinen bulguları açıklıyor ve baş döndürücü bir dizi yeni bulguyu da öngörüyor. Psikoloji de bir yaşam bilimidir ve kaçınılmaz olarak bu şemsiyenin altında yerini alır.

Psikolojiye evrimsel yaklaşımlar her yıl teorik olarak ilerlemeye ve her ay yeni ampirik keşifler yapmaya devam ediyor. Evrimsel psikolojik alandaki uydurma bilgilere güvenmek yerine, bu alandaki araştırmacıların gerçekte söylediklerine ve yaptıklarına bağlı kalmak için çaba göstermeye değer bir alan. Bunu yapan okuyucular, karşılaştıkları bilgilerin genellikle ikincil literatürde sıkça rastlanan uydurmalardan çarpıcı şekilde farklı olduğunu görünce şaşırabilir. Ayrıca harika bir teorik ve ampirik hasat elde ederek ve insan psikolojisini yeni bir bakış açısıyla anlamaya başlayabilirler.

 

ÇEVİRENLER: Esra Kardelen Yöyen , Mustafa Yıldırım

KAYNAK: areomagazine.com

           

Beynin Aktivite Yoğunluğunun Sürmesi İçin Uykuya İhtiyacı Var.

Çeviren Şevval Özkaya

September 25, 2019

Zebra balığı ile ilgili Londra Üniversitesi Akademisi’nin (UCL) yaptığı yeni bir çalışmaya göre, gün içinde beyin aktivitesinin yoğunluğu, ne kadar uyanık olduğumuza bakılmaksızın uyku ihtiyacımızı arttırdığı görülüyor.

Neuron bilimsel dergisinde yayınlanan araştırma, uyku ihtiyacını koordine etmek için beyin aktivitesine cevap veren bir gen buldu. Bu gen beyinde uykunun nasıl düzenlendiğine dair yeni bir ışık tutmaya yardımcı oluyor.

Baş yazar Dr. Jason Rihel "Uykuyu düzenleyen iki sistem var: sirkadiyen ve homeostatik sistemler. Sirkadiyen sistemi oldukça iyi biliyoruz - uyku döngüleri de dahil olmak üzere biyolojik ritimlerimizi zamanlayan 24 saatlik yerleşik saatimiz ve bu ritmin beyinde nerede olduğunu da biliyoruz. Ancak çok uzun geçen bir günün veya uykusuz bir gecenin ardından giderek daha fazla yorgun hissetmemize neden olan homeostatik sistem pek iyi anlaşılmıyor. Bulduğumuz şey, ne kadar süredir uyanık olduğunuzdan değil, en son uyuduğunuzdan bu yana beyin aktivitenizin ne kadar yoğun olduğuyla ilişkili görünüyor" diyor.

Beyinde gerçekleşen hangi süreçlerin homeostatik uyku düzenlemesini (günün saatinden bağımsız olarak) yönlendirdiğini anlamak için araştırma ekibi zebra balığı larvalarını inceliyor. Zebra balığı, genellikle her gece uyumak gibi bu özelliğinin insanlara benzemesinin yanı sıra görüntülemeyi kolaylaştıran yakın şeffaf gövdeleri nedeniyle, biyomedikal araştırmalarda yaygın olarak kullanılıyor.

Araştırmacılar, kafein dahil olmak üzere çeşitli uyarıcılar kullanarak zebra balıklarının beyin aktivitesinde bir artış sağlıyor. İlaca bağlı olarak zebra balığının beyin aktivitesindeki artış onun daha fazla uykuya ihtiyaç duyduğunu doğrulamış oluyor. Araştırmacılar, zebra balığı beyninin belirli bir alanının uyku basıncı üzerindeki etkisinin merkezi olduğunu buluyor: Bu merkez beyinde hipotalamus bölgesinde yer alan ve uyku sırasında aktif olduğu bilinen bir insan beyni alanıyla karşılaştırılabilir bir beyin alanıdır. İlacın neden olduğu bulguların gerçek uyku yoksunluğu ile ilgili olduğunu doğrulamak için, araştırmacılar genç zebra balıklarını bütün gece uyanık tutuyor. Uyanık tutulan zebra balığı, ertesi gün daha fazla uyudu ve böylece beyinleri toparlanma uykusu sırasında galanin aktivitesinde bir artış gösteriyor.

Bulgular, galanin nöronlarının toplam beyin aktivitesini takip ediyor olabileceğini ancak tüm beyin boyunca neler olup bittiğini nasıl tespit ettiklerini netleştirmek için daha fazla araştırma yapılması gerektiğini gösteriyor. Araştırmacılar, aşırı beyin aktivitesinin uyku ihtiyacını artırabileceğini bulduklarını, insanların neden sık sık nöbetten sonra kendilerini yorgun hissettiğini açıklayabileceğini söylüyorlar.

Çalışmanın ilk yazarı olan Sabine Reichert “Bulgularımız, bazı hayvanların açlık veya çiftleşme mevsimi gibi belirli şartlar altında uyumadan nasıl kaçınabileceğine ışık tutabilir - beyinlerinin uyku ihtiyacını sınırlamak için beyin aktivitesini en aza indirebilmesi mümkün olabilir” diyor.

Araştırmacılar, homeostatik uyku düzenlemesinde merkezi bir rol oynayan bir gen keşfederek bulgularının, Alzheimer hastalığı gibi uyku bozukluklarını ve uykuyu bozan durumları anlamaya yardımcı olabileceğini söylüyorlar.

Dr Reichert, "Uyku bozuklukları için iyi bir ilaç hedefi belirledik, çünkü galanine etki eden tedavileri geliştirmek mümkün olabilir" diye ekledi.

 

ÇEVİREN: Şevval Özkaya

KAYNAK: sciencedaily

İnstagram'da Çok Fazla Özçekim Paylaşan Kullanıcılar Az Beğenilir Ve Daha Az Güvensiz Olarak Değerlendiriliyorlar

Çeviren Erva Kaygun

September 25, 2019

Hangi tür insan instagram hesabından birçok özçekim atar? Denilene göre daha narsist insanlar … Fakat bir araştırmaya göre bu sonuçlar yetersiz. Ancak  Journal of Research in Personality ( Kişlik Araştırmaları Dergisi) ‘de yayımlanan bir çalışmaya göre  çokça özçekim atan insanların asıl kişilikleri değişmeksizin diğer insanların onlar hakkında net görüşler var – ki bu pek de iyi değildir.

Washington State Üniversitesi’nden araştırmacı Christopher Barry’ye göre instagram sosyal etkileşimde  “gittikçe yaygınlaşan” bir platform, dolayısıyla atılan fotoğrafların türünün insanların izlenimini nasıl etkilediği önemli bir mevzu.

Takım öncelikle  yaşları 18-27 arasında  İnstagram hesabında en az 30 fotoğraf bulunduran  29 üniversite öğrencisinin verisini topladı. Araştırmacılar bu görsellerin ekran görüntüsünü aldı ve katılımcıların narsistik davranışlarını, özgüvenlerini, kaybetme korkularını, yalnızlıklarını, duyum arama durumlarını ve 5 Büyük Kişilik özelliklerini ölçen bir ölçek cevaplandırdı.

Herbir kişinin son 30 İnstagram fotoğrafı bağımsız hakemlerce özçekim, poz ve ya katılımcı olmaksızın fotoğraf olarak belirlendi. Hakemler aynı zamanda her bir özçekim ve pozu temalara göre ayırdı – örneğin fiziksel görünüm, başkalarıyla birliktelik, olay ya da aktivite.

Araştırmanın diğere kısmında, farklı üniversitelerden 199 öğrenciye bu 30 setlik görseller gösterildi. Herbir set için katılımcılara fotoğraf sahiplerinin 13 özelliği sınıflandırıldı; yalnızlık, başarı, dışa dönüklülük, kendini verme, bağımlılık duygusallık, düşüncelilik…

Bu ikinci grup katılımcıları başta her ne kadar hafif öngörülere sahip olsa da İnstagram sahiplerinin gerçek kişilik özelliklerini ölçmede yanıldı. Örneğin, ilk gruptaki öğrenciler narsistik değerlendirmede yüksek çıkarken özgüven konusunda bir o kadar düşük değerlendirildiler. Fakat hakemler görüşlerinde oldukça emindiler. Fazla özçekime sahip olanlar daha az beğenilen, daha başarısız, daha güvensiz ve deneyime kapalı olarak nitelendirildiler , diğer tarafta daha çok poza sahip olanlar oldukça pozitif görüldürler.

Barry “iki görsel örneği benzer içerikler sunsa bile -örneğin; seyahat, başarı- pozlu görsel özçekimli görselden daha pozitif geri dönüt alıyor.” diyor. Özellikle fiziksel görünüşle -kas gösterme- alakalı özçekimler negatif değerlendirme alıyor.

Asıl kişilik özellikleri ve özçekim ya da poz atma olasılığı arasında bir ilişki ipuçları vardı. Mesela narsistik kişiler daha az özçekim paylaşıyordu. Fakat bu ilişkiler yeterince kuvvetli değildi.

Pekala ikinci grubun çalışmasını yansıtan algı ne olabilir? Takımın birkaç fikri vardı. Daha natürel durdukları için -kişiyi gerçek hayattaki gibi yansıttığı - pozlar tercih edilmiş olabilir. Ve yahut özçekimler -pozlardan çok daha az paylaşılmış- kişiye dair olağandışı şeyleri sinyalliyordu.

İşin içinde bazı kısıtlamalar vardı. İlk olarak, İlk gruptaki 29 öğrenci küçük bir modelleme ve sadece sekizi erkekti. Gözlemcinin kendi cinsiyetinin değerlendirmeyi etkileyip etkilemeyeceği de açık değildi. Ve hakemlerin karşıdaki insanlarla ilgili bildiği tek şey fotoğraflarıydı.

Yine de  araştırma oldukça ilgi çekici. Barry “ Bu araştırmanın bulguları bir puzzle’ın ufak parçaları da olsa, bir sonraki fotoğraf paylaşımınızı yaparken akılda tutmaya değer bir bilgi olabilir”diyerek bitiriyor.

 

ÇEVİREN: Erva Kaygun

KAYNAK: digest.bps.org.uk

Popüler Mobil Oyunlar Bilişsel Bozuklukları Belirlemede Kullanılabilir

Çeviren İlke Kocaoğlu

September 25, 2019

Kent Üniversitesi (Canterbury,İngiltere) tarafından yürütülen yeni bir araştırma popüler telefon oyunlarının, kimisi kişilik bozukluğu gibi ciddi problemlerin habercisi olabilen bilişsel bozuklukların erken tanısı için yeni bir araç olabileceğini iddia ediyor.

Mobil oyunlar oynarken dokunma, kaydırma ve yönsel el, kol ve baş hareketleri ile kullanıcının bilişsel performansı arasındaki şeklin araştırılmasında, bu hareketlerin hızının, uzunluğunun ve yoğunluğunun beynin işleviyle bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Detaya inmek gerekirse, bahsettiğimiz şekillerin performansı, oyuncunun görsel arama yetenekleri, mental esnekliği ve tepkilerinin azalması konularında anahtar bilgiler sunuyor. Bunların hepsi kişinin beyin sağlığının tümü hakkında ipuçları veriyor.

‘Oyun Temelli Bilişsel Değerlerin Parçası Dokunma ve Hareketi Araştırmak’ (Exploring the Touch and Motion Features in Game-Based Cognitive Assessments) adlı araştırmanın sonuçları 12 Eylül  Perşembe günü UbiComp2019’da sunulacaktır. Çalışmanın ortakları Kent Mühendislik ve Dijital Sanatlar Okulu’ndan Dr. Jim Ang, Jittrapol Intarasirisawat ve Dr. Christos Efsratiou; Londra Üniversitesi Akademisi’nden Luke William Feidham Dickens; ve Poole Hastanesi NHS’den Rupert A. Page bulgularını sunacaklar.

Araştırmada 21 sağlıklı katılımcı 15 günde bir, toplamda iki defa standart bilişsel değerler testine girdiler, ardından 10 dakikalık sürelerle Tetris, Candy Crush Saga ve Fruit Ninja oynadılar. Bu üç oyunun seçilmesindeki neden, öğrenmesi kolay olmaları, pek çok oyuncu için çekici olmaları ve birden çok hareket ile yoğun etkileşim içinde olmalarıydı.

Telefonlara yerleştirilmiş sensörleri kullanarak bilgiler toplandı ve ekip oyuncuların oyunla nasıl etkileşim içinde olduğunu ve katılımcının dokunması, kaydırması, hafifçe vurması ve yönsel hareketleri ile bilişsel performansları arasında açık bir bağlantı olduğunu gösterdi. Çalışma katılımcıların görsel-uzamsal yeteneği, görsel arama görevi, hafızalarını test etme, mental esneklik ve dikkat süresi gibi özelliklerini sergilediğini gösterdi.

Araştırma ekibi, popüler mobil oyunların genelde Alzheimer, felç, travmatik beyin yaralanması, şizofreni ve obsesif kompülsif bozukluk gibi hastalıklarda görülen    motor becerilerindeki değişimleri tespit etmede etkili bir ölçüm aracı olabileceğini gösterdi. Bilişsel bozukluğun tedavisi ve engellenmesi gibi nörolojik hastalık riski taşıyan bireylerin belirlenmesinde de erken tanı kritik önem taşıyor.

Dahası, araştırma oyun oynamanın travmatik beyin yaralanmalarına maruz kalmış atletler, boksörler, rugby oyuncuları gibi kişilerde bilişsel performanstaki değişikliği tespit etmede kullanılabildiğini kanıtladı. Mobil teknolojiyi kullanmak, geleneksel kağıt üzerinde test etme formatından daha hızlı olduğu gibi, düzenli, tekrarlanabilir bir araştırmayı sağlıyor ve test edilen katılımcılar için de daha çekici hale geliyor. Ayrıca oyunlar, spesifik bilişsel becerileri test etmek için modifiye edilebilir.

Multimedya ve dijital sistemler konusunda uzman öğretmen olan Dr. Ang, ‘Çalışmamızın sonuçları bizi çok cesaretlendirdi ve nörolojik hasar görmüş hastalardan bilgi topladık. Bu ek analiz orijinal araştırmamızın sonuçlarını destekledi. Şu an bireylerin bu oyunları oynarken bilişsel performansını otomatik olarak takip edebilecek bir algoritma tasarlamaya çalışıyoruz.’ dedi.

 

Çeviren  :İlke Kocaoğlu

Kaynakça :www.sciencedaily.com

İnsan beyni yeni çözümler bulmak için dinlenme sırasında deneyimleri yeniden organize eder.

Çeviren : Erva Kaygun

July 12, 2019

Bilgisayarlar öğrenme konusunda etkileyici atılımlar yapsalar da , insanlar büyüklük emirlerini öğrenmekte daha hızlı.

 

İnsanlar özellikle yeni bir deneyimle ilgili az bilgiye sahip olduklarında geçmiş yaşanmışlıklarındaki genellemeleri kullanmakta iyidirler. Yeni bir çalışmada Oxford Üniversitesinden araştırmacılar, UCL ve DeepMind, soyut bir bilginin yeni deneyimlere yaklaşımımızdaki etkisine baktılar. Düşünülene göre, yapılan çıkarımlar günlük deneyimler sırasında zihnimizde oluşturduğumuz dünya modellerine dayanıyor, ki bu bir objeye ya da mekana göre pozisyonumuzu anlamakta yardım aldığımız aynı nöral mekanizmayı (ve beyin hücrelerini) kullanır. Genellikle anlık lokasyonumuzu kodlamasına rağmen, bu beyin hücreleri aynı zamanda eski anıları hatırlıyor ve yeni olasılıkları keşfediyor. Buna ‘tekrarlama’ fenomeni deniyor.

 

Araştırmacılar katılımcıları günlük objeleri sıralama konusunda eğitiyor ve daha sonra yeni seri tanıdık objeler ekliyor fakat sıralama karışık- bu aşamalar beyin aktivitesini ölçmek için MEG nörogörüntüleme uyguladıkları sırada gerçekleşiyor.Gözlemlenen şu ki yeni objelerin temsili dinlenme sırasında bile yeniden aktive oluyor. Bu ‘tekrarlama’ olayları asıl deneyim sırasındakinden bile daha hızlı gerçekleşiyor.

İnsan tekrarı egzersiz ve dinlenme arasında gerçekleşiyor ve doğru seçimi yapması için ödüllendirildiğinde tersine dönüyor.

 

Araştırmacılar aynı zamanda insan tekrarının aynı zamanlarda da deneyimleri öğrenilmiş yapılara dayanarak yeniden organize ettiğini de gösterdiler. Bu spontane sıralama sekansları geçmiş bilgi ile şimdiki bilgiyi entegre etmemizde bize yardımcı oluyor.Oxford’un Klinik Nörobilim Nuffield Departmanından - aynı zamanda araştırma ekibinden- Profesör Timothy Behrens  şunları dile getiriyor: ‘ Tekrar farklı sıradaki olaylarla oynayarak onları ilk başta görülen sıraya koyuyor ki bu beynin yaptığı sofistike bir zıplayış.'

   

İnsan zekasının belirleyici özelliklerinden biri seyrek gözlemlerden güçlü çıkarımlar yapabilmesidir. Eğer eşinizin cüzdanını mutfak masasının üstünde gördüyseniz , anında bilirsiniz ki bahçede olma olasılığı pubg da olma olasılığından yüksektir. Beynimizde toplam ne kadar çıkarım yapıldığı tamamen belirsiz fakat araştırmamız ‘tekrar’ ın önemini gösteriyor.’

 

‘Önceki bilgiyi olayları yeniden sıralamada kullanma yeteneğimiz deneyimlerimizi sıra dışı örneklememize ve sonrasında esnek bir şekilde yenilememize yarıyor.’

Ayrıca tekrarlamanın faktörize edilebilirliğini de buldular- bu demek oluyor ki: olayların farklı yönlerinin birden fazla temsili aynı anda tekrarlanıyor ve bu farklı temsiller yeni olayları oluşturmak için yeniden kombine edilebiliyor.Bu çok önemli çünkü faktörize temsiliyetler bilgiyi genellemede güçlülerdir.

 

‘Faktörize temsiliyetlerle, bireysel deneyimler ayrışıp parçalara dönüşebilir, parçalar da anlamlı şekilde birçok farklı yolla yeniden kombine edilebilir- bu durum öğrenmeyi pekiştirme potansiyeli oluşturur.’ diyor öncü yazar ve Max Planck doktora öğrecisi Yunzhe Liu.

 

‘Faktörize tekrarlar bilişsel görevlerden çıkarımları ve genellemeleri barındıran güçlü bilişimsel verimlilikler sağlayabilir.’

 

Çeviren : Erva Kaygun

Kaynak: Oxford

Amino Asit Türevlerini Arttırmak Şizofreni İçin Bir Tedavi Yolu Olabilir.

Çeviren: Mustafa Yıldırım

July 12, 2019

            Özet: Betain olarak adlandırılan bir amino asitin vücutta düşük seviyelerde bulunması şifozfreni hastalığı ile ilişkili olabilir. Betainin dışarıdan takviye olarak verilmesi, şizofreninin modellendiği farelerde bilişsel ve davranışsal eksiklikleri düzeltti. Ayrıca, artan amino asit düzeyi moleküler seviyedeki oksidatif stresi (Antioksidanlar ve prooksidanlar arasındaki dengenin bozulup hayvan ve bitki hücrelerinin reaktif oksijen veya azot türlerinden zarar gördüğü durumdur. -ç.n.) de düşürdü.

Çoğu psikiyatrik ilaç belirli nörotransmiterlerin beyindeki reseptörleri üzerinde etkide bulunur. Ancak, alternatif yöntemlere büyük bir ihtiyaç söz konusu ve bu araştırma beyinin metabolik yolu üzerindeki diğer hedefleri arıyor. Glisin betain eksikliği şizofreninin nedenlerinden birisi olabilir, RIKEN Beyin Bilimleri Araştırma Merkezi (Center for Brain Sciences (CBS) tarafından yapılan bu yeni araştırma gösteriyor ki , farelere takviye olarak verilen Betain psikiyatrik semptomlara karşı koyabilir.

           

Betain vücuda normal bir diyet ile alınabilir ama ayrıca vücutta da sentezlenir ve iltihapa karşı mücadele gibi çeşitli yollarla metabolizmaya destek sağlar. Şizofreni tanısı konulan kişilerde kandaki betain (Glisin betain ya da trimetilglisin) seviyesinin düşük olduğu ve bu durumun yeni tedavi yöntemleri için güncel bir hedef olabileceği daha önceki çalışmalarda gösterilmişti.

           

Yapılan yeni çalışmada, betain üretiminden sorumlu Chdh geni eksik olan farelerin kanlarındaki ve beyinlerindeki betain seviyesinin çokca düştüğü ve bu farelerin depresif davranışlar sergilediği gösterildi. Betainin kan-beyin bariyerinden geçebildiği ve içme sularına betain takviyesi eklenen farelerin beyinlerindeki betain seviyesinin tekrardan normal düzeye döndüğü gözlemlendi.

           

Ayrıca, PCP ve metamfetamin gibi psikedelik ilaçlar da hem insanlarda hem de farelerde şizofreni benzeri davranışlar üretebilir. Araştırmacılar, betainin, PCP ve metamfetamin gibi uyuşturucular yüzünden kaynaklanan semptomları hafifletip hafifteleyemeceğini test ettiler. Betain, yalnızca bilişsel eksiklikleri ve davranışsal anormallikleri düzeltmekle kalmadı ayrıca moleküler seviyedeki oksidatif stres düzeyini de normal haline getirdi. Bu sonuçlar, araştırmacıların, oksidatif stresin; psikedelik ilaçların psikiyatrik semptomlara neden olan mekanizmalarından biri olabileceğini düşünmelerine neden oldu.

           

Son olarak, ölmüş bir grup insan beyni üzerinde yapılan incelemeler, ölmeden önce şizofreni teşhisi koyulan kişilerde betain seviyesinin, ölümden önce alınan antipsikotik ilaçlardan bağımsız olarak, düşük olduğunu gösterdi. Ayrıca araştırmacılar, ciddi psikotik belirtilerin olduğu durumlarda ortaya çıkan bir patoloji olan “betain eksikliği olan oksidatif stres”i  içeren beyinlerin de örneklemleri içerisinde olduğunu buldular. Araştırmacılar bu patolojiyi oksidatif stres durumunu simüle eden indüklenmiş pluripotent kök hücrelerde tekrar ettiler ve bunu betain tedavisi ile telafi edebildiler.

           

RIKEN CBS araştırmacısı Takeo Yoshikawa "Betainin işlevlerinden birisinin katıldığı metabolik süreçlerde antioksidanların aktivitesini artırmak olduğunu düşünüyoruz. Ancak tek başına betain takviyesi, şizofreni veya diğer psikiyatrik bozuklukları yok edecek gümüş bir kurşun değil." diyor. Araştırmacılar ayrıca, psikiyatride hassas tıbbın potansiyel bir örneği olan, betain tedavisinin etkisini öngörebilecek bir genetik değişken tanımladılar. Betain bir süredir otozomik çekinik bir metabolizma bozukluğu olan homosistinürinin tedavisinde kullanıldığı için yan etkileri için çok fazla endişelenmeden psikiyatrik durumlar için de kullanılabilir.

 

Kaynak: Neuroscience news

Çeviren: Mustafa Yıldırım

Kısa süreli egzersiz beyin fonksiyonunu arttırıyor. Araştırmacılar, farelerde kısa egzersiz süreleriyle aktive olan bir gen keşfetti.

Çeviren: Şevval özkaya

July 12, 2019

Çoğu insan düzenli egzersiz yapmanın sağlık için iyi olduğunu bilir. Yeni araştırmalar ise düzenli egzersizlerin sizi daha akıllı yapabileceğini de gösteriyor.

 

Portland, Oregon'daki OHSU'daki sinirbilimciler, farelerle çalıştıkları kısa bir egzersizin, beyinde hipokampüste yer alan nöronlar arasındaki bağlantıyı arttırdığı, öğrenme ve hafıza ile ilgili beyin bölgesinde bulunan bir genin işlevini ise doğrudan artırdığını keşfetmişlerdir. Yapılan bu araştırma eLife dergisinde çevrimiçi olarak yayınlanmaktadır. Eş-kıdemli yazar, M.D., OHSU Vollum Enstitüsü'nde kıdemli bilim adamı ve Dixon,OHSU Tıp Fakültesi'nde Nöroloji Profesörü olan Gary Westbrook “Egzersiz yapmak ucuz bir iştir. Bunun için mutlaka lüks bir spor salonu üyeliğine ihtiyacınız yok veya günde 10 mil koşmanız da gerekmiyor” diyor.

 

Hayvanlarda ve insanlarda yapılan önceki araştırmalar, düzenli egzersizin genel beyin sağlığını desteklediğini gösteriyor. Bununla birlikte, egzersizin genel olarak kalp, karaciğer ve kaslar üzerinde yararı vardır. Bu yararları beyin bölgesinden spesifik olarak belirli bir yönden ayırmak zordur. Örneğin, sağlıklı bir kalp, beyin de dahil olmak üzere tüm vücudu oksijenlendirir. Westbrook, "Önceki egzersiz çalışmalarının neredeyse tamamı sürekli alıştırmaya odaklanıyor" diyor. “Sinirbilimciler olarak, kalp ve kaslardaki yararları önemsemediğimizden değil ancak beyne özgü egzersizin faydasını bilmek istedik” diyor. Böylece bilim adamları, çalışan tekerlere kısa süreliğine yerleştirilen yerleşik sedanter ile, farelerde beynin tek egzersiz seansına verdiği yanıtı özel olarak ölçen bir çalışma tasarladılar. Fareler iki saat içinde birkaç kilometre koştular.

 

Çalışma, kısa süreli egzersiz patlamalarının hipokampüsteki sinapsların artmasına neden olduğunu buldu. Bilim adamları, egzersiz sırasında aktive olan tekli nöronlarda bulunan genleri analiz ederek kilit keşif yaptılar. Belirli bir gen göze çarpıyordu: Mtss1L. Bu gen, beyin ile ilgili önceki çalışmalarda büyük ölçüde göz ardı edilmişti. Baş yazar Christina Chatzi, Ph.d "Bu en heyecan verici şeydi" diyor.  Mtss1L geni, hücre zarının bükülmesine neden olan bir proteini kodlar. Araştırmacılar, bu genin kısa egzersiz patlamaları ile aktive edildiğinde, dendritik dikenler olarak bilinen nöronlarda sinapsların oluştuğu yerde küçük büyümeleri teşvik ettiğini keşfetti. Aslında, çalışma akut bir egzersiz patlamasının beynin öğrenme için hazırlanmasına yeterli olduğunu göstermiştir.

 

Araştırmanın bir sonraki aşamasında, bilim adamları öğrenme ve bellek üzerindeki etkiyi daha iyi anlamak için akut egzersiz sunumlarını öğrenme görevleriyle eşleştirmeyi planlamaktadır.

Çeviren: Şevval Özkaya

Kaynak: Science Daily

Sosyal dışlamanın ağrısı*: Fiziksel ağrıdaki beyin devreleri ‘sosyal ağrı’ tarafından aktif hale getiriliyor.

Çeviren: Esra Kardelen Yöyen

July 12, 2019

Sosyal ağrının sebep olduğu sıkıntı (örneğin, eş dost kaybı, adaletsizliğe maruz kalmak ya da daha genel anlamıyla bir sosyal bağın tehdit altında olduğu bir durumda), SISSA tarafından yapılan çalışmada da gözlendiği üzere, fiziksel ağrı ile alakalı olan beyin devrelerini aktif hale getiriyor. Bu olay, dolaylı yoldan tecrübe edilen (bir başkasını gözlemleme yolu ile) ağrılar için de geçerli.

 

Ağrısız bir yaşamı hepimiz istesek de onsuz hayatta kalmamız mümkün değildir. Ağrı, tehlikeleri uyaranları (içsel ya da dışsal) sinyaller ve davranışlarımıza kılavuzluk eder. Temel amacı kaçma, kurtulma ve iyileşmeyi öncelemektir. Bu yüzden ağrıyı hissederiz ve başkalarında da tespit edebiliriz. Aslında ağrı, sadece kişinin kendisini değil, onunla beraber tüm sosyal bağlarını da korur. Beyin, ağırlıklı olarak ağrının fiziksel boyutuna yönelik devreleri barındırırken diğer bölgelerde ise duyuşsal ağrı ile alakalı devreler bulunur.

 

Silani ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmada, geçmişte kullanılanlardan daha gerçekçi bir deneysel düzen prosedürü uyarlandı ve aynı çalışmada fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme tekniği kullanılarak hem sosyal hem de fiziksel ağrı ile ilgili testlerde davranışları ve de sonuçları karşılaştırıldı. ‘’Klasik çalışmada belirli bir şekle uygun olarak yapılmış prosedür, sosyal dışlanma durumunu çizgi filmler yoluyla canlandırmıştı.      Bizim  bu denli bir yalınlaştırmanın gereğinden fazla olduğu ve data toplamada sistemsel bir yanlılığa sebep olabileceği konusunda şüphelerimiz vardı, bu nedenle videolarımızda gerçek insanlar kullandık.’’ diyor Silani.

 

Katılımcılar, oyunculardan birinin kasıtlı olarak diğerleri tarafından dışlandığı (sosyal ağrı koşulu) topla oynanan bir oyun deney düzeneğine katıldı. Bu dışlanan oyuncu katılımcının kendisi ya da oyun tarafından seçilen ortağı oluyordu. Diğer yandan da bir diğer değişken olarak, katılımcıya ve ortağına, hafif ölçülü ağrı verici bir uyaran verildi (fiziksel ağrı koşulu). Katılımcının kendisi, uyaranlara bizzat maruz kalmadığı durumlarda, oyundaki ortağının uyaranlara tepkisine tanıklık etmiş oldu.

 

Silani ‘’Elde ettiğimiz veriler gösteriyor ki, sosyal ağrı koşulunda aktivasyon olduğu gözlemlenen bölge, fiziksel ağrının duyusal işlemesiyle alakalı olan arka insular korteks.’’ diyor ve ekliyor; ‘’ Bu aktivasyon hem uyaranı bizzat alma da hem de dolaylı yoldan ( oyundaki ortağının uyarana maruz bırakıldığı durum) alma da gözlemleniyor.’’ 

 

“Bulgularımız, başkalarının duyguları ile olan ilişkimizdeki temsiliyetlerin aslında benzer durumlarda bizzat deneyimlediğimiz duygulara benzerliği açısından empatinin teorik modeline katkı sağladı.”

 

*Pain: Metnin orijinalinde kullanılan ‘’pain’’ en yaygın haliyle ‘’acı’’ olarak çevriliyor, ancak durumun uzunluğu ve etkisi açısından ‘’ağrı’’ olarak çevirmeyi uygun gördük.

Kaynak: ScienceDaily

Çeviren: Esra Kardelen Yöyen

“HAYAL ET...”- DÜŞÜNCELERİMİZ SADECE HAYAL ETMENİN GÜCÜYLE BİLE DEĞİŞEBİLİR

Çeviren: İlke Kocaoğlu

June 02, 2019

Hayatımızda, bazen dikkatimizi çeken özel mekanlar vardır; bir okul bahçesi, belki eski bir kilise, veya ilk öpücüğünüzü aldığınız önemsiz bir sokak köşesi. Öpücükten önce, bu sokak köşesinin hiç farkına bile varmamıştınız. Sevilen kişi ile yaşanan özel deneyiminiz, bu konuma pozitif duygu aktarmış oldu. Bu mekanlara karşı tavrımız böylece değişir, bizim için değerli hale gelirler. Fakat, bu durum gerçek deneyim yerine, yalnızca hayal ederek de gerçekleşebilir miydi? Max Planck İnsan Bilişsel ve Beyin Bilimleri Enstitüsü’nden Roland Benoit ve Philipp Paulus, Harvard Üniversitesi’nden Daniel Schacter ile birlikte Nature Communications dergisinde yayınladıkları çalışmalarında bu soruyu incelediler. Düşüncelerimizin sadece gerçekten deneyimlediğimiz olaylardan değil, aynı zamanda hayal ettiklerimizden de etkilendiğini gösterdiler. Dahası, bu olgunun beynimizin önünde belirli bir bölgede bulunan ventromedyal prefrontal korteks’teki aktiviteye bağlı olduğuna inanıyorlar.

Çalışmalarındaki katılımcılardan öncelikle, çok sevdikleri ve hiç sevmedikleri kişilerin isimlerini söylemeleri istendi. Buna ek olarak, hislerinin nötr olduğunu düşündükleri mekanları listelemeleri istendi.  Daha sonrasında, katılımcılar MRI tarayıcısında uzanırken, çok sevdikleri bir insanla nötr hissettikleri bir mekanda nasıl vakit geçirirler, canlı bir şekilde hayal etmeleri istendi. ‘Uyarlanabilir Hafıza’ araştırmasının başı Roland Benoit şu şekilde tanımlıyor; “Ben kendimi enstitümüzün asansöründe kızımla, kızımı butonlara çılgınca basarken hayal edebilirim. En sonunda ise, manzaranın tadını çıkarmak için çıktığımız çatı katındaki terasa ulaşırız.”

 

MRI taramasından sonra, Roland Benoit ve meslektaşları, katılımcıların mekanlara karşı tavırlarının değiştiğini kesinleştirebildiler: Önceden nötr olan mekanlar, sevilen kişilerle beraber hayal edildikten sonra, çalışmanın başındakine göre şimdi daha pozitif ele alındılar. Yazarlar bu etkiyi öncelikle Cambridge, MA’deki çalışma katılımcılarında gözlemleyip, sonrasında Leipzig, Almanya’da aynı sonucu başarıyla tekrarladılar. “Nötr bir mekanda çok sevilen biriyle etkileşimde bulunmayı sadece hayal etmek, sevilen kişinin duygusal değerini mekana aktarabiliyor. Ve bu olayı gerçek hayatta tam anlamıyla deneyimlememize gerek bile yok.” diye özetliyor ortak yazar Daniel Schacter.

 

Araştırmacılar MRI verilerini kullanarak, bu mekanizmanın beyinde nasıl çalıştığını gösterebiliyorlar. Ventromedyal Prefrontal Korteks bu süreçte önemli bir rol oynuyor. Yazarların tahminine göre, burası bireysel kişiler ve çevremizdeki mekanlar hakkındaki bilgilerinin saklandığı yer. Fakat bu bölge, aynı zamanda bireysel kişilerin ve çevremizdeki mekanların bizim için ne kadar önemli olduğunu da ölçüyor. “Bu bölgenin çevremizdeki temsilleri, bütün beyinden aldığı bilgilerle bağlayarak büyük resmi oluşturmak için birbirine sardığını ileri sürüyoruz.” şeklinde açıklıyor Ronald Benoit.

 

“Mesela, kızım hakkında bir temsil ile birlikte bir bilgi olabilir; nasıl göründüğü, ses tonunun nasıl geldiği, belirli durumlarda nasıl tepki verdiği. Buradaki fikir, şimdi bu temsillerin bir değerlendirme içeriyor oluşu. Örneğin, kızımın benim için ne kadar önemli olduğu ve onu ne kadar çok sevdiğim.”

 

Ayrıca bilim insanları, katılımcıların diğerlerine nazaran çok daha yoğun biçimde sevdikleri kişileri düşündükleri zaman, bu bölgede daha da güçlü aktivite işaretleri gördüler. “Şimdi, kızımı ne zaman bir asansörde hayal etsem, hem kızımın temsili hem de o asansör ventromedyal prefrontal korteksimde aktif hale gelecek. Karşılık olarak bu, iki temsili (kızımın temsili ve asansörün temsili) birbirine bağlayabilecek, kişinin pozitif değeri böylece eskiden nötr olan konuma aktarılabilecek.”

 

Araştırmacılar neden bu olguyla ilgilendiler? İnsanın kuramsal olayları hayal ederek deneyimleme yeteneğini ve hayal edilmiş olaylardan tıpkı gerçekten deneyimlediğimizde olduğu gibi nasıl öğrenebildiğimizi daha iyi anlamak istiyorlar. Bu mekanizma gelecek odaklı kararları potansiyel olarak artırabilir ve risklerden kaçınmayı sağlayabilir. Benoit’e göre, bu mekanizma negatif düşüncelerin sonuçlarını anlamak açısından da önemli olacak: “Biz, çalışmamızda pozitif hayal etmenin çevremiz hakkında nasıl daha pozitif değerlendirmelere öncülük edebileceğini gösterdik. Bu mekanizmanın gelecek hakkında negatif düşünceler üzerinde duran, örneğin depresyondaki insanlar için nasıl etkileri olacağını merak ediyorum. Bunun gibi uzun uzadıya düşünmek onların hayatındaki nötr ve hatta pozitif olan yönlerin değerini mi düşürmeye mi yol açıyor?” Bu, Benoit ve takımı için bir sonraki ilgi çekici araştırma konusu olabilir.

Çeviren: İlke Kocaoğlu

Kaynak: Sciencedaily

Ebeveynlerin Hamilelikten Önceki Kısa Süreli Cinsel Birlikteliği Yavrunun Şizofreni Riskini Arttırıyor

Çeviren: Mustafa Yıldırım

June 02, 2019

Şizofreni, kişinin nasıl düşündüğünü, hissettiğini ve davrandığını etkileyen ciddi bir kronik zihinsel bozukluktur. Şizofreni hastaları gerçeklikle olan bağlarını kaybetmiş gibi görünürler ve buna bağlı olarak halüsinasyonlardan, sanrılardan, düzensiz düşüncelerden, kötü hal durumundan ve bilişsel bozukluklardan muzdariplerdir. Araştırmalar gösteriyorki birçok farklı gen şizofreni riskinin artmasından sorumlu ve ayrıca genler ve virüslere maruz kalma, doğum öncesi yetersiz beslenme, doğum sırasındaki problemler ve psikososyal etmenler gibi kişinin maruz kaldığı çevresel faktörler arasındaki ilişki şizofreninin ortaya çıkmasına neden oluyor.

 

Önceki araştırma, preeklampsinin -hamilelik sırasında en çok karşılaşılan, plasentanın iltihaplandığı bir komplikasyon- yeni doğanları şizofreniye karşı 2-4 kat daha fazla eğilimli hale getiren gelişimsel anormalliklerden sorumlu olduğunu gösterdi. Araştırma ayrıca  annenin vajinasının hamilelik öncesi uzun bir dönem boyunca babanın spermine maruz kalmasının preeklampsi için risk faktörü olan babalık antijenlerine karşı annenin geliştirdiği toleranssızlığın üstesinden gelebilir.

 

Makelenin baş yazarı olan Mount Sinai Tıp Fakültesi Psikiyatri, genetik ve nörobilim profesörü Dolores Malaspina: "Eğer annenin bağışıklık sisteminin babanın spermine karşı olan intoleransı şizofreni için bir nedense, çiftlerin hamilelik öncesi cinsel birlikteliğinin süresinin yeni doğanın şizofreni geliştirme ihtimaliyle bağlantılı olabileceğini varsaydık. Ve sonuçlarımız gösterdi ki üç yıldan az süredir evli olan ailelerde doğan bebeklerde  ailenin psikiyatrik bozukluk geçmişinden ve çiftin yaşlarından bağımsız olarak şizofreni riskinde bir artış var. Umuruyoruz ki şizofreniyi anlamaya yönelik bir çok yeni çalışma bu çalışmadan ilham alacaktır." dedi.

Dr. Malaspina tarafından yapılan preeklampsinin açıklama olarak sunulduğu öncül bir çalışma kısa süredir evli olmak ile çocuğun şizofreni geliştirmesi arasında bir ilişki olduğunu gösterdi. Bu çalışma ebeveynlerin psikiyatrik bozukluk geçmişlerini ve babanın evlilik yaşını göz ardı etmişti, bu iki durum da çocuğun genetik olarak hastalığa yatkınlığına katkı sağlamış olabilirdi.

 

Bu yeni çalışmada, araştırmacılar baba olma yaşı, evlilik yaşı, ebeveynlerin psikiyatrik bozukluk tanısı geçmişi ve evlilik süresi gibi değişkenleri ayırarak çocuğun şizofreni geliştirme riskini analiz ettiler. Araştırmacılar özellikle 'Nüfusa Dayalı Kudüs Perinatal Kohort Şizofreni Çalışması (JPSS)' adı verilen Kudüs'deki belirli bir bölgede 1964-1976 yılları arasında doğan çocukları kayıt altına alan bir kohort çalışmadan faydalandı ve 90.000'den fazla çocuğun verileri üzerinde analiz gerçekleştirdiler. 2 yıldan az süredir evli olan ailelerde doğan çocukların -bir yıldır süren cinsel birliktelik- şizofreni geliştirmeye karşı yüzde 50, 2-4 yıldır evli olan ailelerde doğan çocukların yüzde 30 daha fazla şizofreni ile karşılaşma olasılığı olduğunu buldular. Buna karşılık, daha uzun evlilik sürelerinin şizofreni geliştirmeye karşı koruyucu bir etkisi olduğunu buldular, her 5 yıllık süre yüzde 14 civarında bu riski azaltıyor.

 

Evlilik süresi, neredeyse tüm gelişmiş ülkelerde bir çiftin toplam cinsel birlikteliğinin süresinin yetersiz bir belirteci iken, JPSS grubundaki yenidoğanların yüzde 97si evli çiftlerin çocukları olmuştu. Eskiden olduğu gibi şimdi de İsrail evlilik dışı doğumların en az olduğu ülkelerden birisi olduğu için her bir aile için doğum sırasındaki evlilik süresi, annenin vajinasının babanın spermine maruz kaldığı sürenin alt sınırı olarak kabul edildi.

Dr. Malaspina: "Hamilelik öncesi kısa süredir var olan  cinsel birlikteliğin doğumda preeklampsi riskini artırdığını gösteren (Şizofreni riskini azaltmak için önerilen, hamilelik öncesi uzun süredir devam eden cinsel birliktelik. Ç.N) literatür ile örtüşen bulgularımız, şizofrenide yer alan bazı genlerin preeklampsi ve hipertansiyon gibi doğum öncesi sıkıntıdan farklı ekspresyonu olan plasental genler olduğu keşfi ile aydınlandı. Veriler preeklampsiden kaynaklanan anne karnındaki bağışıklık aktivasyonunun anne ve fetus için iltihap yaratıcı bir etkisi olabileceğini ve bunun çocuk için psikiyatrik ve mental bozukluklar riskinini artırabileceğini öne sürüyor." dedi.

Dr. Malaspina ve araştırma ekibi evlilik süreninin diğer psikiyatrik ve metabolic bozukluklar üzerindeki etkisini araştırıyorlar. New York Üniversitesi, Miami Üniversitesi, Montefiore Sağlık Merkezi, Kolombiya Ünivertesi, Kudüs Hebrew Üniversitesi, Almanya Frankurt Üniversitesi Hastanesi ve Pluristem Therapeutics adlı kuruluşlar bu araştırmaya katkıda bulundular.

Çeviren:  Mustafa Yıldırım

Kaynak:  Neurosciencenews

Gençlerin Dikkatine: Bu Narsisizm Çalışması Tamamen Sizin Hakkınızda

Çeviren: Şevval Özkaya

June 02, 2019

Çalışmanın baş yazarı, genç yetişkinlerin bencil olduklarına dair yaygın inancın, sosyal medyanın bugünün narsistlerini bulmayı çok daha kolaylaştırdığı gerçeğiyle ateşlenmiş olabileceğini söylüyor. İki bin yıldan daha fazla bir süredir yetişkinler, genç meslektaşlarının benzersiz bir şekilde bencil olduklarını iddia etmişlerdir. Görünüşe göre ise, bugün gençler.

Çarşamba günü yayınlanan yeni bir araştırmaya göre 18 ila 25 yaş arasındaki yetişkinlerin en narsisistik ve yaşama hakkı olan kuşaklar olduğuna inandığı sonucuna varılmıştır. Bowling Green State Üniversitesi'nden psikoloji profesörü ve PLOS One dergisinde yayınlanan makalenin baş yazarı Josh Grubbs, “Buna gerçekten inanıyorlar ve bu durumdan rahatsızlar” diyor. 

(Bu Gen X karmaşası: Gen X’i böyle yapan teknoloji, müzik, stil, kitaplar, trendler, kurallar, filmler ve haplar… )

Ama sadece buna inandıkları için bunu doğru yapmıyorlar. Y kuşağı ve onu takip eden kuşak üyeleri, sadece haber medyası tarafından sürdürülen ve bilginlerin bir miktar suçluluk taşıdığı bir klişe satın alıyor olabilirler. Grubbs, “Bu anlatım, kısmen bizimle birlikte başladı” diyor. Psikologlar, zamanında narsisizm salgını hakkında konuşanlardı. Bazı psikologların bir neslin gerilediği ile ilgili tarihsel veriyi tartışıp,  gençlerin gittikçe artan bir şekilde kendi kendine bencilleştiklerini gösterdiği fikrini iddia etmesiyle yirmi yıl önce çekişme kazanmaya başlamıştı.  Haber bültenleri bazı bulgular elde etti ancak geri dönüş yapıp itirazda bulunmamıştı. Dr. Grubbs diğer araştırmaların iddialarının abartılmış olabileceğini söylüyor ama o ve meslektaşları yine de bu konuyla ilgilenmediler. Tartışmanın başka türlü göz ardı edildiğini düşündükleri bir bölüme odaklanmak istediler. “Psikolojideki bu büyük tartışma yıllardır var.” Ama hiç kimse basitçe “ Peki, bu çocuklar bunun hakkında ne hissediyor? ” demeye zaman ayırmadı. Bu yüzden altı yıl önce çarşamba günü yayınlanan makalede belirtilen araştırmayı yapmak için yola çıkıldı. Bir araştırma turunda, araştırmacılar yüzlerce üniversite öğrencisine kişilik özellikleri, yaş grubu klişeleri ve narsisizm hakkındaki görüşlerini hem nitelik hem de kendi jenerasyonları açısından sorular sordu. 

Bir deneyde, araştırmacılar ayrıca öğrencilerden aşırı duyarlı, kolayca kırılabilir, narsisistik veya hak sahibi olmaları da dahil olmak üzere çeşitli hakaret içeren jenerasyon etiketlemelerine dair tepkiler toplanmıştı. Bir diğerinde ise, araştırmacılar narsist başlıklı olumlu ya da olumsuz terimlerle tepki verdiklerine dair veri topladılar. Grubbs, genç yetişkinlerin bu etiketi kabul etmeye meyilli olduğunu öğrendiğine şaşırdığını söylüyor ve  “Daha fazla inkarcılık veya şüphecilik bekledim” diyor. Ve diğer kuşaklardan daha narsisist olup olmadıklarına bakılmaksızın, bulgular, en azından genç yetişkinlerin evrensel olarak narsisistik olmadığını göstermektedir.

 

Genel olarak, insanlar narsisiteyi pozitif olarak görmeye meyillidir. Bu, çalışma narsisistik kişilik özelliklerine sahip kişiler içinde geçerli. Ancak, genç yetişkinlerin etiketten geniş bir şekilde etkilendiği ve araştırmacılar narsisizmi olumlu bir şekilde çerçevelediklerinde bile üzerlerinde etki olma ihtimallerinin düşük olduğu gerçeği, kuşağın genellikle kendiliğinden bencil olmadığını öne sürüyor. Belki de tüm nesil narsistik değil, insanlar arasında sadece değişkenlik vardır.

 

Genç yetişkinlerin daha çok bencilleştiklerine dair yaygın inanç, sosyal medyanın bugünün narsistlerini bulmayı çok daha kolaylaştırdığı gerçeğiyle ateşlenmiş olabilir. Ve bulgular genç yetişkinlerin egolarının diğer kuşaklarınkilerle karşılaştırmasına bir cevap vermezken, Dr. Grubbs, en azından geniş grupları etiketlemek için bu kadar hızlı davranmaları konusunda insanları daha düşünceli olmaya teşvik etmelerini umuyor.

Belki biraz daha temkinli ve kibar olmak tek bir sonuç olabilir.

Çeviren: Şevval Özkaya

Kaynak: NY Times

Beynimizin Yaptığı 11 Garip Şey

Çeviren: Erva Kaygun

June 02, 2019

Dr Dean Burnett Cardiff Üniversitesinden bir nörobilimci.  10 yıldan fazla bir süredir komedi yazarlığı yapıyor ve stand-up ile uğraşıyor. Kendisinin Guardian Bilim bloğu ‘Beyin Çırpmak’ 13 milyondan fazla görüntülenmiştir.

1.Sindirim sisteminize hiçbir sebebe dayanmayarak hükmeder.

 Gayet doyurucu bir öğünden sonra “tatlı için hala yeriniz” olduğunu belki daha önce fark edebilmişsinizdir. Besin alımını ve iştahı kontrol eden şahane kompleks bir sindirim sistemine sahip olmamıza rağmen beyin sadece görüntüsünü sevdiği için sindirim sistemini sürekli hükümsüz bırakır. Fizyolojik olarak anlamsız gelse de ,beyin sindirim siteminin sözlerine hükmeder ve rekabetçi yeme ya da yeme bozukluklarına sebep olabilir. Eğer beyin hatırlamıyorsa yakın zamanda yemiş olmak bile iştahta somut bir farklılık yaratmaz.

2.Henüz araçların nasıl çalıştığını kavrayabilmiş değil.

İnsanlar milyonlarca yıldır dolaşıyor. Garip olan,hareketin bazen bizi rahatsız etmesi. Yürürken/koşarken, bacaklarımızın çalışma prensibinden dolayı hareketlerimizde özgün aşağı yukarı sallanan bir element vardır. Gözlerimiz ve kulağımızdaki denge sensörleri bunu belirler. Fakat daha yumuşak araba ya da tren deneyimi ,gözlerimizi bunun hoş ve sabit olduğuna ikna ederken denge sensörleri yüksek hızda hareket ettiğimiz konusunda ısrar eder. Bu çakışan sinyaller beyine ulaşır ve daha ilkel işlemci bölgeleri şaşırtır. Bu karışıklığa sebep olan tek sebep zehirlenme olduğundan ilkel işlemciler kusma refleksi göstermeye başlar. İstifra etmek beynin ‘geri tepme’ ;  karmaşık problemlere gösterdiği “tümünü yakala” çözümüdür.

3.Bazen uyandığımızda motor kontrolümüzü açmayı ‘unutur’.

Derin REM uykusundayken beyin uyanıkken gibi aktiftir. Şans eseri, net rüyalarımıza tepki veremeyiz çünkü beyin motor kontrol sistemimizi kapatır. Yalnız, uyandığımızda aktif etmeyi unutursa problemler yaşanabilir. Uyku felci yaşayan herkes bunun ne kadar korkutucu olduğunu bilir. Muhtemelen stres ve zayıf sinyal sorunundan dolayı motor kontrolümüzün daha zeki,bilinçli beyin bölgelerine taşınma ihtiyacı beyin tarafından gözden kaçırılır. Eni sonunda ulaşır fakat o zamana kadar hoş bir deneyim değildir.

4.Dünyanın -hiç de öyle değilken- adil olduğunu farz eder.

Bu muhalif rastgele evrene karşı bir psikolojik defans olabilir, bir başka sebepten evrilmiş olabilir, fakat Tek Dünya Hipotezi beynimizin dünyanın ne kadar adil olduğuyla ilgili varsayımlarını hükmen yerine getiremediğini gösterir ve beyin iyi şeylerin ödüllendirildiğini ,kötü şeylerin cezalandırıldığını kabul eder. Bu varsayım problemlere yol açabilir, genelde açık bir şekilde yanlış olduğundan. Sonuç olarak, güç ve servete sahip insanların bunu hak ettiklerini varsayıyoruz, aynı şekilde zorluk ve anlaşma yaşayanlar için de. Dolayısıyla, zengin ünlülerin korkunçlaşmasına izin verirken, fakir ve kurbanları şeytanlaştırıyoruz.

5. Söyleneni yapması fazla kolay oluyor.

“ Ben sadece söyleneni yapıyordum” kötü ve kalitesiz davranış için bahane gibi görünebilir, fakat bulgu der ki kabul etmeyi isteyeceğimizden çok daha geçerli. Uzun yıllardır yapılan birçok çalışma gösteriyor ki insanlar geçerli bir otorite figüründen komut aldıklarında korkutucu şeyler yapabiliyorlar. Nasıl işlediğiyle ilgili çok fazla çeşitlilik ve farklı faktör var fakat bir teori şöyle açıklıyor; birine boyun eğmemiz gereken durumlarda o kişiyi bizden üstün olarak tanıyoruz, beynimiz bizi “ ajan devlet” yani yaptığımız şeyden sorumlu olduğumuzu düşünmediğimiz konuma yerleştirir. Sonuç olarak, normalde tereddüt edeceğimiz şeyleri yapabiliriz. Ki bu gayet hoş.

6. Ne zaman aptallık yaptığını bilmiyor.

Açıkça haksız olan fakat ihtimalini bile düşünmeyi reddeden biriyle şiddetli bir tartışmaya girdiyseniz Dunning-Kruger etkisini yaşamışsınızdır.Bu etki garip ve sıkıcı bir fenomeni açıklar.Şöyle ki zeka güçlüğü yaşayan beyinler yeteneklerine ulaşmada zorluk çeker ve başkalarını kendinden daha bilgili olarak tanırlar dolayısıyla en yüce saçmalığı hak edilmemiş bir özgüvenle püskürürler. Şans o ki, onlar için ortalama insan beyni özgüven gösterisiyle ikna edilebilir.

7. Daha iyi görünmemiz için hafızayı düzenler.

Çoğu insan hafızamızın başımıza gelen olayların tutarlı kayıtları olduğunu düşünür, genellikle de öyledir. Fakat, gerçeğinden çok daha farklı olabilirler. Beynimiz aslında her an hafızamızı değiştirir. Anıları baştan yaratır, söylentileri farklı duyar, bambaşka sonuçların hayalini kurar, işte bunlar ve fazlası hali hazırda bulunan belleğimizi gerçek olandan farklılaşana kadar büker ve modifiye eder.Tedirgin eden yaygın bir temaya göre belleğimizi iyi hissetmek, daha iyi görünmek ve ona ben merkezci önyargı tavsiye etmek için değiştirdiğimizi söyler. Beynimiz bize ne kadar havalı olduğumuzla ilgili gerçekdışı bilgi sağlamak için oldukça sıkı çalışıyor.

8. Tat duyusuyla pek bir şey yapamıyor.

Beynimiz 5 ana duyudan tat ile pek bir şey yapamıyor gibi görünüyor ( aslında daha fazla duyu olmasına rağmen). Yaygın bir şekilde kabul edilene göre tat duyumuz en zayıf olanı, elbette çoğu şey canlı tadılabilir fakat tat destek olarak koku ve görsele ihtiyaç duyar.

Araştırmalara göre burun tıkaçlı gözü bağlı insanlar sadece tat duyusunu kullanarak elmayı patatesten ve hatta soğandan ayırt etmekte güçlük çeker. Diğer araştırmalar şarap deneme deneylerinde uzmanların yakaladığı çoğu lezzetin zihinde olduğunu açıklar. Aynı şekilde çok içmek de aynı etkiyi yaratacaktır.

9. Kızgın olmak beyni korkutucu derecede iyimser yapıyor.

Bir şey sizi öfkelendirdiğinde açık ki bu beyninize ve vücudunuza oldukça etki ediyor, fakat daha açık olmayan şu ki bu sizi iyimser de yapıyor. Öfke, motivasyonu kontrol eden beyin alanlarını aktive ediyor. Dolayısıyla öfke sizi zorlayan ‘uğraştırıcı’ iken,sizi çıldırtan da oluyor. Ancak mevcut risk algımızı da bozuyor; normalde bizi aşan şeylerin üstesinden gelebileceğimizi düşündürtüyor. Sonuç olarak, yeterince sinirli bir insan kavga için kapasitesinden 4 kat fazla meydan okuyabilir.

10. Utancın hakiki bir tehdit olduğunu düşünüyor.

Beyin paranoyak bir organdır. Tehdidi ve tehlikeyi tanımak/engellemek için birçok karmaşık sisteme sahiptir. Aynı zamanda başkaları tarafından  beğenilmek ve kabul edilmek için evrilmiştir. Bu mühim ama farklı fonksiyonlar genelde üst üste gelir ve başkalarının önünde aptalca ve yetersiz hissetme olasılığında hakiki korku ve alarm deneyimlememize sebep olur.

Sonuç olarak, asıl fiziksel tehlike olmasa da, toplum önünde konuşma düşüncesi dövüş-ya da-uçuş refleksini aktive etmeye yeter. Bu refleks normalde “ölümcül bir yırtıcı hayvanın” aniden ortaya çıkmasında verilen fiziksel tepkiyi deneyimlemeleri anlamına gelir. Hiçbir dinleyici o kadar kötü olmamalı.

11. Aslında hiç yokken yüz görmeye devam eder.

Beynimiz görmeyle çok uğraşır ,sonuç olarak birçok beyin bölümü görsel bilgiyi işlemek için ayrılmıştır. Bu bölümlerden biri tanımadan ve çehre işlemeden sorumludur. İnsanlar birbirinin yüzünden bolca bilgi çıkarır, kulağa mantıklı geliyor.

 

Ancak, konu neler yüzden sayılır sorusuna gelince beyin “ her şey gider” yaklaşımı kullanıyor ve bir ahşap parçasında, kızarmış yiyeceklerde, uzay taşlarında bile yüz görebiliyor.

Yazarın kitabı da var!

Dean Burnett- ‘Aptal Beyin’ ( The Idiot Brain)

Çeviri: Erva Kaygun

Kaynak: Buzzfeed

Oliver Sacks : Bahçelerin İyileştirici Gücü

ÇEVİREN: Şevval ÖZKAYA

May 03, 2019

Nörolojik olarak derinlemesine engelli olanlar için bile, doğa herhangi bir ilaçtan daha güçlü olabilir.

Oliver Sacks bir nörolog ve birçok kitabın yazarıydı. Bu, Dr. Sacks'in yazdığı bir yazı koleksiyonu olan “Her Yerinde Her Şey” den bir alıntıdır.

 

Bir yazar olarak, yaratıcı süreç için gerekli bahçeleri bulurum; bir hekim olarak ise hastalarımı mümkün olduğunca bahçelere götürüyorum. Hepimiz yemyeşil bir bahçede veya zamansız bir çölde gezinme, bir nehir veya okyanus kıyısında yürüyüş yapma, bir dağa tırmanma ve kendimizi eşzamanlı olarak sakinleştirip yeniden canlandırarak, aklıyla ilgilenerek, beden ve ruh içinde tazelenmiş olarak bir deneyimde bulunduk. Bu fizyolojik durumların bireysel ve toplum sağlığı üzerindeki önemi temel ve geniş kapsamlıdır. 40 yıllık tıbbi uygulamada, kronik nörolojik hastalıkları olan hastalar için hayati önem taşıyan yalnızca iki tür ilaçsız “terapi” türü buldum: müzik ve bahçeler.

En harika bahçeler ile savaştan önce, annem ya da teyzem Len'in beni Kew'deki büyük botanik bahçesine götürdüğü zaman tanıştım. Bizim bahçemizde de eğrelti otları vardı ancak oradaki gibi altın ve gümüş eğrelti otları, su eğrelti otları, filimsi eğrelti otları yoktu. Kew’de amazon nilüferinin, Victoria Regia'nın devasa yaprağını görmüş ve çağımın birçok çocuğu gibi, bu dev zambak pedlerinden birine bebekmiş gibi oturmuştum.

 

Londra'daki Kew Bahçeleri'ndeki Palmiye Evi.

 

Oxford'da bir öğrenciyken, Avrupa'da kurulan ilk duvarlı bahçelerden biri olan Oxford Botanik Bahçesi'nden çok farklı bir bahçeyi zevkle keşfettim. Boyle, Hooke, Willis ve diğer Oxford figürlerinin 17. yüzyılda orada yürüdüğünü ve meditasyon yaptığını düşünmekten memnuniyet duymuştum.


Amsterdam'da Hortus Botanicus.

 

Nereye gidersem gideyim botanik bahçelerini ziyaret etmeye çalışıyorum, onları müzeler veya bitki kütüphaneleri gibi zamanlarının ve kültürlerinin bir yansıması olarak görüyorum. Bunu, Amsterdam'daki güzel 17. yüzyıldan kalma Hortus Botanicus'ta, çağdaş ve muazzam Portekizli Sinagog ile birlikte hissettim. Spinoza eskiden nasıl zevk almış olabilir? İkinci aforozdan sonra kısmen Hortus'tan ilham alan “Deus sive Natura” vizyonunu mu görüyordu?

Padua'daki botanik bahçesi daha da eski, 1540'lı yıllara kadar gidiyor ve tasarımında ortaçağ mimarisi hakim. Burada Avrupalılar ilk kez Amerika ve Doğu'dan bitkilere bakıyorlar, bu bitki formları gördükleri ya da hayal ettikleri her şeyden daha garip geliyor onlara . Aynı zamanda Goethe’de buradaydı ve bitkilerin metamorfozları teorisini tasarladı.

 

 

Padua'nın botanik bahçesi, İtalya'da 1545'te, Padua Üniversitesi Tıp Fakültesi Botanik Profesörü Francesco Bonafede tarafından kurulmuştur. 

50 yıldan beri New York'ta yaşıyorum ve burada yaşamak bazen bu bahçeler sayesinde benim için katlanılabilir hale geliyor. Bu benim hastalarım için de geçerliydi. New York Botanik Bahçesi'nin hemen karşısındaki hastane Beth Abraham'da çalışırken, hastaların en çok bahçeyi ziyaret etmekten hoşlandıklarını buldum – hastalar, hastane ve bahçeden iki farklı dünya olarak bahsettiler.

 

 

Manhattan'daki Elizabeth Street Garden'dan zevk alan insanlar.

Doğanın beynimizdeki sakinleştirici ve organize edici etkilerini tam olarak nasıl kullandığını söyleyemem, ancak hastalarımda, doğanın ve bahçelerin restoratif ve iyileştirici güçlerini, nörolojik olarak derin engelli olanlarda bile gördüm. Birçok durumda, bahçeler ve doğa, herhangi bir ilaçtan çok daha güçlüdür.

Arkadaşım Lowell'in orta derecede şiddetli Tourette sendromu var. Her zamanki gibi yoğun şehir ortamında, her gün yüzlerce tik ve sözel boşalmaları var - homurdanma, zıplama, zorunlu şeylere dokunma gibi. Bu nedenle, bir gün bir çölde yürüyüş yaparken onun tiklerinin tamamen ortadan kalktığını görünce çok şaşırdım. Manzaranın kalabalıklığı, doğanın etkisizleştirici sakinleştirici etkisiyle bir araya geldiğinde, en azından bir süre nörolojik durumunu “normalleştirmeyi’’ sağlamıştı.

Guam'da tanıştığım Parkinson hastalığına sahip yaşlı bir kadın, sıklıkla kendini donmuş buluyor, hareketlerini başlatamıyordu – bu durum parkinson hastaları için ortak bir sorun. Ama bir kez onu bitkilerin ve bir kaya bahçesinin farklı bir manzara sağladığı bahçeye götürdüğümüzde, bununla elektrik çarpmış gibi oldu ve hızla, yardımsız, kayalara tırmanıp tekrar aşağı inebildi.

 

 

Şubat ayında New York Botanik Bahçesi'nde bir nilüfer. 

Çevresine çok az yönelme hissine sahip demans veya alzheimer olan çok sayıda hastam var. Ayakkabılarını nasıl bağlayacaklarını ya da pişirme araçlarını nasıl kullanacaklarını bile unuttular. Ama onları bazı fidelerin bulunduğu bir çiçek yatağının önüne koyduğunuzda tam olarak ne yapacaklarını bileceklerdir - daha önce bir hastanın bu şekilde  bir şey diktiğini görmedim.

Hastalarım çoğunlukla bakım evlerinde veya kronik bakım kurumlarında yaşıyorlar, bu nedenle bu ortamlar onların fiziksel refahlarını arttırmada çok önemlidir. Bu kurumların bazıları hastaları için daha iyi imkan sağlamak için açık alanlarının tasarımını ve yönetimini aktif olarak kullanıyorlar. 

Açıkçası, doğa içimizde çok derin bir şeyi çağırıyor. Doğaya ve canlılara duyulan aşk olan ‘’biophilia’’, insanlık için önemlidir. Doğa ile etkileşime girme, onu yönetme ve yönlendirme arzusu ‘’hortophilia’’ da bize aşılanmıştır. Doğanın sağlıkta ve iyileşmede oynadığı rol, penceresiz ofislerde uzun günler çalışan insanlar için, yeşil alanlara erişimi olmayan şehir mahallelerinde yaşayanlar için, şehir okullarındaki çocuklar için veya bakım evleri gibi kurumsal ortamlarda olanlar için daha da kritik hale geliyor. Doğanın niteliklerinin sağlık üzerindeki etkileri sadece ruhsal ve duygusal değil aynı zamanda fiziksel ve nörolojiktir. Beynin fizyolojisindeki derin değişiklikleri ve hatta yapısını bile yansıttıklarından şüphem yok.

Çeviren : Şevval Özkaya

Kaynak:  NY Times

Düşük Yoğunluktaki Ultrason Beynin Karar Verme Sürecini Etkileyebilir.

ÇEVİREN: Mustafa YILDIRIM

May 03, 2019

       Primatlar üzerinde yapılan yeni çalışma karşıolgusal düşünmenin beynin ön lobunda yer yalan anterior singulat kortex adlı bölge ile bağlantılı olduğunu gösterdi. Ayrıca bilim insanları bu bölgedeki sinir hücrelerini hedef alan düşük yoğunluktaki ultrason dalgalarının karşıolgusal düşünme sürecini etkileyebileceğini kanıtladılar.

Araştırmaya Plymouth Üniversitesinden Dr. Elsa Fouragnan tarafından öncülük edildi ve araştırma 15 Nisan'da "Nature Neuroscience" da yayımlandı.

Karşıolgusal düşünme insanların ve hayvanların karar verme sürecinin yalnızca organizmanın güncel deneyimlerine dayanmamasını ve bu sürecin, güncel deneyimlerin mümkün olan diğer alternatifler ile kıyaslanmasını sağlayan önemli bir bilişsel süreç. Normal şartlarda bu alternatifler, kişinin bir süre sonra onlara yönelmesini mümkün kılacak şekilde ulaşılabilir olmalı. Örneğin, eğer dışarıda Güneş parıldıyorsa kişi işini bitirir bitirmez dışarı çıkıp bunun tadını çıkarabilir.

Eğer anterior singulat korteksteki sinir hücreleri düzgün çalışmıyorsa, alternatif eylemler kişi için en uygun durum olsa bile bu alternatiflere yönelmek imkansız hale geliyor. Bilim insanları bunun insanların işlevsiz alışkanlıklara sıkışıp kaldığı bazı psikiyatrik durumlarda gerçekleşen olay olduğunu düşünüyorlar.

Bu çalışma, ilk defa zararsız ve çok net bir şekilde ultrason dalgalarının karşıolgusal düşünme ve daha iyi alternatife yönelme yeteneğini etkileyerek beynin işleyişinin nasıl değiştirilebileceğini gösterdi.

Makak maymunları üzerinde yürütülen çalışma, zararsız ultrason tekniğinin güvenliğini ve bu tekniğin beyin üzerindeki etkilerini belirten önceki araştırmaları takip ediyor.

Araştırmada Makak maymunlarına çeşitli seçenekler arasından bir ödül bulma görevi verildi. Maymunlar hızlı bir şekilde hangi seçeneğin kendileri için en iyi olduğunu öğrendiler ama bu en iyi seçenek her zaman ulaşılabilir durumda değildi. Bu yüzden, ulaşılabilir olduğu durumda onu elde etmek için bunu akıllarında tutmak zorundaydılar.

Araştırmacılar, singulat korteksin hangi seçeneğin en iyi olduğunun hatırlanmasında görevli olduğunu gösterdikten sonra davranış üzerindeki etkilerini görmek için singulat korteks üzerinde düşük yoğunlukta ultrason kullandılar. Bu bölgedeki sinir hücreleri aktive edildiğinde, maymunların karşıolgusal düşünmeleri sekteye uğradı.

Dr. Fouragnan araştırmalarının bulgularının neden önemli olduğunu ve gelecekteki tedaviler için ne anlam ifade ettiğini şöyle açıkladı: " Bu çalışma iki ana nedenden dolayı önem arz ediyor. İlki, singulat korteksin daha iyi alternatiflere yönelmede rolü olduğunu bulmuş olduk. İkinci olarak ise, düşük yoğunluktaki ultrason dalgalarının beynin hassas noktalarındaki aktiviteyi değiştirebileceğini gördük."

Ultrason çok iyi bilindiği gibi bir görüntüleme yöntemi -örneğin hamilelikte olduğu gibi- ama artık beyindeki aktiviteyi zararsız bir şekilde değiştirerek terapötik bir yöntem olarak da kullanılabilir. Bu yöntemin terapötik olarak kullanılması mümkün çünkü ultrason dalgasının yarattığı mekanik titreşim beyindeki elektriksel sinyallerin aktivitesini arttırabilir veya azaltabilir ve bu sayede beyin eski işlevsel haline dönebilir.

       Dr. Fouragnan son olarak şunları söylüyor:  " Ultrason ile sinir hücrelerinin uyarılması bu çalışmalar için erken bir evre. Kişiye zarar vermeyen, teknolojik terapötik yöntemlerin, beyin yapılarını milimetrik doğrulukla uyararak milyonlarca hastanın yaşam şartlarını iyileştirme potansiyeli var. Şimdilik, Parkinson ve ağır depresyon gibi hastalıkların tedavisi için uygun nöromodülasyon teknikleri var ama bu kadar titiz olup da kişiye zarar vermeyen bir teknik yok."

"Çalışma henüz ilk aşamalarında ve yeni aşamada bu çalışmanın insanlar üzerinde yürütülmesi var ama çalışmanın sahip olduğu potansiyel gerçekten heyecan verici."

 

Çeviri: Mustafa Yıldırım

Kaynak: Neurosciencenews

DİJİTAL DETOKSUN 5 YOLU

ÇEVİREN: Erva KAYGUN

May 03, 2019

Blake Snow “Oturumu Kapat” adlı yeni kitabında internet kullanımını nasıl sınırlayacağımızı açıklıyor.

 

“Eskiden hafta içi 11 saat ve cumartesileri yarım gün çalışırdım, geri kalan kısımda ise iş tarafından mental olarak tüketiliyordum.” Diye açıklıyor Blake Snow son kitabı “Oturumu Kapat: Bağlantıyı Kestikten Sonra Nasıl Bağlı Kalınır?”da.

“Diğer kitabım ‘Akıllı Telefonunuzu Alaşağı Edin: Mutluluğu, Dengeyi ve Gerçek Dünyayla Bağlantıyı Bulmak için Bilinçli Teknolojik Alışkanlıklar’da olduğu gibi ‘Oturumu Kapat’ da teknolojiyle daha iyi ilişki kurmak için faydalı bilgiler veriyor.”

 

Blake iş hayatını dengelerken verdiği mücadelenin büyük kısmını internetin çekiciliğine yani  akıllı telefonuna bağlıyor. Fakat dijital detokstan sonra, şimdi diğerlerine nasıl yapabilecekleri konusunda tavsiye veriyor.

İşte dijital detoks yapmanıza yardım edecek, kitaptan bazı bilgiler:

 

1. Dikkat Dağıtıcıları Ortadan Kaldır.

Blake bize 4 Yakıcı Teorisinden bahsediyor; 4 yakıcınız aileniz,arkadaşlarınız, sağlığınız ve işiniz. 4 yakıcınız için mühim olmayan her şey ortadan kaldırılmalıdır.” Bu demek oluyor ki uyarıcı yok, bip yok, titreşim yok ya da bir hatırlatıcı yok, muhtemelen acil durumlar için sesli mesajlar dışında hiçbir şey. Blake bir de not ekliyor; “çoğu acil durumlar hayal edilir”. Bu alışkanlıkları kurumsallaştırarak ve dikkat dağıtıcıları yok ederek, gerçekten önemli işlere ve vaktimizi daha iyi kullanmaya odaklanabiliriz.

 

2. Meşguliyeti Çekicileştirme

Meşguliyetimizle gurur duymamız aptalca görünüyor. Blake diyor ki “Çok meşgulüm.” gibi açıklamalar aslında hayatımızı nasıl yaşadığımızla ilgili zor seçimler yapmamızı engellemeye yarayan girişimlerdir. Meşgul kalmak, bizi gerçekten mutlu eden şeyleri sürdürmek için zaman ayırmaktan daha kolaydır. Daha da kötüsü, internet “meşgul” olmayı aşırı kolaylaştırıyor. Dolayısıyla meşgul olmayı büyülü hale getirmemeye dikkat edin. Bunu yaparak vaktinizi nasıl geçirdiğinizin seçimini daha temiz bir şekilde düşünmeye başlayabilirsiniz.

 

3. Telefonunuzu Her Alışınızda “Neden” diye Sorun

Elbetteki akıllı telefonlarımız cevapları bulmakta pratik araçlar ya da arkadaşlarla iletişimde kalmakta veya saati kontrol etmekte. Fakat çoğunlukla, hatta sandığımızdan da çok, telefonlarımızı önümüzde ne varsa dikkatten uzaklaştırmak, engellemek ya da görmezden gelmek için kullanıyoruz. “ Kesinlikle inanıyorum ki telefonlarımızı cebimizde tutmak yapabileceğimiz en cesur hareketlerden biri.” diyor Blake. Mesela tek başımıza ya da yalnız hissettiğimiz bir grup insanla otururken anksiyetemizi bastırmak yerine, telefonlarımızı bir güvenlik battaniyesi yerine kullanmamayı tercih edebiliriz. İşte o zaman ‘an’ da nasıl bulunacağımızı ve nasıl zevk alacağımızı hatırlarız.

 

4. Üçlerin Kuralını Kullanmaya Çalışın

Hayatınızı üçe bölün -8 saat iş, 8 saat uyku, 8 saat özgür. Daha fazla çalışmak aslında bizi daha verimli kılmıyor.  Akıllıca ve kendimize boş zaman sağlayarak çalışmak zihinlerimize dalıp gitmek için bir yol gösteriyor ve çalıştığımız saatleri daha da etkili kılıyor. Hatta, bir araştırma ezbere işçilerin 40 saatten fazla yaratıcı işçilerin ise 20 saatten fazla çalışmasının verimlerini düşürdüğünü bulmuştur. Dolayısıyla , akıllı telefonunuzun işiniz olmasına izin verirseniz, verimlilik açısından kendinize iyilik yapıyor olamazsınız.

 

5.Periyodik olarak Elektronik Orucuna Girin

Evet, tam anlamıyla oruç. Blake diyor ki, ailesi bir kez ilkbahar bir kez de sonbaharda olmak üzere birer haftayı elektronik alet olmaksızın geçiriyor. Ben de bu tekniği geçen sene denemiştim, olumlu etkilerini asla abartamam. Başta biraz ürkütücü hissettirse de ,elektronik oruç diğer insanlar ve kendinizle daha bağlı hissetmenizi çabuklaştırıyor, ki bu da oldukça şaşırtıcı bir deneyim.

Çeviri: Erva Kaygun

Kaynak: Psychology Today

BURUNDAN NEFES ALMAK KENDİNE ÖZGÜ YARARLAR SAĞLAYABİLİR

ÇEVİREN: İlke KOCAOĞLU

May 03, 2019

Folklor, manevi gelenekler ve hatta anneler yüzyıllardır, solunum ve ruhsal durum arasında üstü kapalı bir bağlantı kuruyorlar: Bize, düşüncelerimizi netleştirmek, huzura kavuşmak ve öfke nöbetini yatıştırmak için, burnumuzdan derin nefes almamız söylendi. Bu düşünceleri destekleyecek çok fazla bilimsel kanıt yok, fakat sayıları artmakta olan deneyler, nefes almanın ‘biliş’imiz üzerindeki etkisini incelemekte. Ekimde, The Journal of Neuroscience’taki bir çalışma, hafıza ve nefes alma şekli arasındaki ilişkiyi ele aldı.

Kokuları tanımak, tabii ki insanlar da dahil olmak üzere, pek çok canlı için önemli bir hayatta kalma mekanizmasıdır. Bu yüzden nörologlar, düşünme ve nefes alma arasındaki bağlantıların erken evrimsel adaptasyonlar olduğuna inanıyorlar. Çalışmalar, kemirgenler kokladıkları zaman kokusuz havanın akışının bile, burun soğanı (olfactory bulbs) adı verilen, daha sonrasında beynin anı yaratıp, bu anıları saklayan bölümü hipokampüs’e sinyal yollayan nöronları uyararak beyin aktivitesini başlattığını gösterdi. Ekimdeki çalışma için; Stockholm, İsveç’te Karolinska Enstitüsü’ndeki araştırmacılar ve diğer enstitüler bir araya gelip, ağzımızdan nefes aldığımızda bize de benzer şeyler oluyor mu, görmek için bir araştırma yürüttüler. 

AĞIZDAN NEFES ALMA DAHA BELİRSİZ HATIRLAMA VE DAHA ÇOK YANLIŞ CEVAPLA SONUÇLANDI

İki düzine genç, sağlıklı erkek ve kadın gönüllüler burunlarına tutulan küçük şişelerden 12 farklı kokuyu içlerine çektiler. Portakal kokusu gibi, bazı kokular tanıdıkken, bazı kokular anlaşılmazdı. Katılımcılara bütün kokuları hatırlamaları söylendi. Bu süreçten iki farklı şekilde geçtiler. Birincisinde, koklamanın hemen ardından burundan nefes almalarını engellemek için, burunları kapatılarak bir saat boyunca sessizce oturdular; İkincisinde, ağızdan nefes almalarını engellemek için, ağızları bantlanarak bir saat boyunca oturdular. Araştırmacıların hipotezine göre, her iki durumda da beklenilen bir saatte, beyin hipokampüs’te kokuları anılarla güçlendiriyor olmalıydı. Her iki durumda da, bir saat sonunda gönüllüler tekrar aynı kokulara ve yeni kokulara maruz bırakılıyor, sonra da o kokunun daha öncesinde koklatılıp koklatılmadığına karar vermesi isteniyordu. Kadınlar da erkekler de birbirlerine uyumlu olarak, sessiz geçirdikleri 1 saat sırasında eğer burunlarından nefes aldılarsa, kokuları hatırlama konusunda daha başarılı oldular. Ağızdan nefes alma daha belirsiz bir anımsama ve daha fazla yanlış cevapla sonuçlandı. Artin Arshamian’a   -   Karolinska Enstitüsünde bir nörolog ve çalışmanın baş yazarı- göre, “Burundan nefes almak, hafıza güçlendirmeyi arttırdı.” Arshamian muhtemelen, ağız solunumunun daha az etkili olduğunu, çünkü burun soğanını (olfactory bulbs) es geçtiğini ve aynı nöronal şelaleden (neuronal cascade) hızla başlamadığını söylüyor. 

Ağızdan nefes almaya karşın, burundan nefes almanın insanların uzun süreli anılarını kokulara bağlı olmadan hatırlamasını geliştirebilirliği - ya da bunun dışında ‘biliş’i artırabilirliği- hala şüpheli bir konu. Arshamian, “Eğer bu (burundan nefes almak) gündelik yaşamda, hafıza üzerinde de aynı etkiyi sağlasaydı şaşırmazdım.” Diyor. Arshamian, bu varsayım niteliğindeki etkilerin o kadar da büyük olmayacağını düşünüyor. Ama, “Nefes almanın ruhsal durumu değiştirmek için binlerce yıldır kullanıldığı gerçeğinin yanı sıra, hâlâ insanlardaki solunum ve beyin işlevi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz.” Diyor.

Kaynak: NY times

Çeviri: İlke Kocaoğlu

Belleğin beyinde nasıl çalıştığının hücre bazında açıklanması.

Çeviren: Esra Kardelen Yöyen

May 03, 2019

Farz edelim eski bir arkadaşınızla tren istasyonunda karşılaştınız. Arkadaşınız yaklaşık bir metre ötenizde duruyor ve tam sağınızda bir tren istasyona varıyor. Arkadaşınızın arkasında bir fırın olduğunu görüyorsunuz… Bizler genelde böylesi sahneleri ayrıntılı hatırlarız. Ancak bunu zihinsel imgeler oluşturarak tam olarak nasıl yaptığımız uzun zamandır bir gizem olarak kalmıştır.

Birçok araştırmacı, kişinin kendi hayatından bir parça hatırlamasını (anısal bellek) orijinal olayı tekrar deneyimlemeye benzetir. Burada net olmayan ise bu sürecin hücresel seviyede,beyinde nasıl fark edilebileceğidir. eLife ‘da yayınlanan yeni çalışma, konuya bir öneri getiriyor.

Tek tek beyin hücrelerinin aktivitesini ölçmek mümkün. Kemirgenler ile yapılan deneyler,  çevrelerinde belirli bir yere konulduklarında bazı hücrelerin aktif hale geldiklerini göstermiştir. Bunlara ‘’konum hücreleri’’ (place cells) denir ve  bulunduğu çevre içinde hayvanın konumunu temsil ederler.

Benzer şekilde, diğer beyin hücreleri de belirli bir uzaklık ve konumdaki çevresel bir engelle karşılaştıklarında -bir odanın duvarları gibi- harekete geçer. Bunun gibi bulgular bize uzamsal bağıntıların beyinde nasıl temsil edildiğine dair ipuçları verir. Siz tren istasyonunda arkadaşınızı gördüğünüz sırada, beyninizde tren istasyonundaki konumunuza ilişkin hücreler aktif olmalıdır. Aynı şekilde diğer hücreler orada bulunan‘’obje’’ lerin (arkadaşınız, fırın ya da tren gibi) varlığını işaret edecektir. Hatta başka hücreler de bunların kimliklerine dair sinyaller verecektir. Ancak bütün bu hücrelerin algı, hatırlama ve hatta yaşanılan olayların tasavvur edilmesinde birlik içinde nasıl çalıştıkları bilinmiyor.

Daha soyut bir düzeyde, bütün bu unsurlar -arkadaşınız, fırın ve tren- ve onların uzamsal dizilişleri, kollektif bir biçimde psikologların ‘’görüntü’’ dedikleri şeye karşılık gelir. ‘Görüntü yapılandırılması’’ terimi algılama, hatırlama ve tasavvur etme gibi zihinsel süreçlerin tümünü tanımlar. Bu yüzden farklı hücrelerin birlikte nasıl çalıştığını bilmek, bu kavramların hücresel düzeyde anlaşılmasını mümkün kılar. 

 

Beyinde hipokampüs olarak adlandırılan bölge, bellek için önemiyle bilinir. Ancak, hipokampal hasarı olan hastalar aynı zamanda uygun uzamsal görüntüleri hayal etmekte zorluk çekmekten de muzdariptirler - bu uzamsal deneyimlerin hayal edilmesinin bellekle alakalı olduğunu gösterir. Peşi sıra, beyin taramaları da yeni deneyimleri hayal etmenin  ve hatırlamanın aynı alanlarda meydana geldiğini  göstermiştir.

Activity in the hippocampus. Author provided

 

Öte yandan beyin görüntüleme teknikleri, genel anlamda milyonlarca hücreden oluşan beyin bölgelerinin birçok bireysel ağ içerdiğini ve farklı bilgileri temsil ettiğini tespit eder. Bu yüzden beyin taramalarına bakarak hücrelerin tek tek oluşturduğu ağlar hakkında bir şey söylemek zordur.

Modelleme Çalışması

Bizim amacımız tüm bulguları tek tek  hücre düzeyinde bir araya toplayıp, anlam içeren (istasyonda arkadaşınızı görmeniz gibi) olayları kodlama ve hatırlamada kullanmaktı. Bunu yapmak için fazla sayıda mekansal/konumsal anlamda seçilmiş hücreye,  model ile sinaptik bağlar kurduracak belirli görevler verdik.

Mekansal olarak seçilmiş beyin hücrelerinin bellekle ilişkisi daha önce çalışılmıştı ama bunları deneyimlerimize nakletmek ortaya  ilginç bir  farklılık çıkardı. Bu seçkin hücreler olaya dair unsurları görüntünün kendisine göre temsil ediyorlardı.Yani bu hücreler  konumumuza göre  ve görüntü öğelerinin yerlerini de “dünya merkezli” terimlerle kodluyor.

Ancak özünde bir olayı algılayışımızdaki direkt uzamsal deneyimlerimiz benmerkezlidir. Yani treni kendi sağımızda, arkadaşımızı kendimizin önünde algılarız. Öyleyse nasıl oluyor da biz bir olayı hatırlarken  hipokampüsteki ve çevresindeki nöronlar biraraya gelip çevresel sınırlamaları ve nesneleri dünya merkezli bir formatta temsil edebiliyorlar?

 

Bir görüntünün örüntüsünü dünya merkezli şekliyle - yani daha az subjektif haliyle- hatırlamanın, bilgiyi bir haliyle akılda tutmak gibi bir artı yönü vardır - örneğin trenin, bizim bulunduğumuz yerden bağımsız olarak, fırının güneydoğusunda yer alması-  (diğer yandan -’’ben’’i merkez alırsak- bizim durduğumuz tarafa göre trenin sağımızda ya da solumuzda kalıyor oluşu değişiklik gösterebilir)

 

Sinirsel Temsillerin Dönüştürülmesi

 

Modelimiz gösteriyor ki, dönüşüm (ben merkezden dünya merkezliye) uzamsal anlamda seçilmiş başka hücreler tarafından da yapılabilir. Benmerkezci açıdan objelerin konumunu temsil eden hücreler (sağ, sol, ön), dünya merkezli temsiliyetten sorumlu hücreleri etkileyerek onları da bu dönüşüm ağına katabilir. Ağa katılan bu hücrelerin bağlarını güçlendirerek de bellek de uzun süreli depolanması sağlanabilir.

Images reproduced from Barry C, Bush D. From A to Z: a potential role for grid cells in spatial navigation. Neural systems & circuits. 2012 Dec;2(1):6., CC BY

Bu dönüşüm tam tersi bir formda da gerçekleşebilir (uzun süreli belleği kodlayan hücreler, benmerkezdeki objeleri tekrar aktif hale getirebilir.) Diğer bir deyişle, orijinal olay daha sonrasında tekrar deneyimlenebilir. O halde bellek modeli, algılanan orijinal olayın yeniden aktif edilmesine dayanan çeşitli imgeler barındırır. Burada önemli nokta  tekrar yapılandırma imgelerin içeriklerine bağlıdır. 

Bu model, insan ve kemirgenlerin hasarlı beyinlerini uyararak farklı çeşitlerdeki amnezilerin araştırılmasını sağladı. Örneğin, dönüşüm ağında yaratılan bir lezyon, bir anıyı hatırlayamamaya yol açabiliyor. Ancak ilginçtir ki, verilerin gösterdiğine göre, anı teknik olarak hipokampüste var olmaya devam ediyor ama hatırlamaya çalışan kişi, hatırlamak istediği şeyin zihinsel görüntüsünü tekrar yapılandıramıyor.

Alzheimer gibi belli rahatsızlıkları uyarmak ve uyarımla sonuç almak için hala çok erken görünse de, bu model beyin hasarlarının bilişsel yetiyi nasıl etkileyebileceğini göstermesi açısından iyi bir başlangıç noktası olarak ele alınabilir.

 

Çeviri: Esra Kardelen YÖYEN

Kaynak : The Conversation

Bir Lider Resmet. O lider bir kadın mı?

Esra Kardelen Yöyen ve Şevval Özkaya

March 15, 2019

Bu fotoğraf serisi basit bir cümleden sonra ortaya çıktı: ‘’ Etkili bir lider çiziniz. ‘’

Örgütsel davranış alanı profesörü, Britanya’nın Warwick Üniversitesi’nden Tina Kiefer, bu olguya pek iyi İngilizce konuşamayan yöneticilerin bolca bulunduğu bir çalıştaya liderlik ederken tesadüfen rastladı. O zamandan beri bu olgu dünyanın her yerinden örgüt (endüstri) psikologları tarafından benimseniyor.

Toplumsal cinsiyet açısından, sonuçlar neredeyse her zaman aynı. Hem kadınlar hem de erkekler neredeyse hep erkek resmi çiziyorlar.

Dr. Kiefer bir mailinde ‘’ çizimler cinsiyetsiz olduklarında (gender neutral) dahi insanların çoğu çizimlerinden bahsederken kadın ya da nötr den ziyade, erkeği niteleyen kişi zamirlerini (İngilizcede ‘’he’’) kullanıyor.’’ diyor. Dahası Kiefer’ in danışanları, atıfta bulundukları zamirden kast ettiklerinin yalnızca erkekleri değil her iki cinsiyeti de kapsadığı konusunda ısrar ediyordu. Bu olguya dair benzer deneyimleri olan ve örgüt psikolojisi çalışan birkaç araştırmacı, araştırmalarını daha ileriye götürmekte karar kıldı. Bilinçdışında toplumsal cinsiyetlere bağlı varsayımlara sahip olmak, insanların liderliği tanıma yetilerini nasıl etkiliyordu?

Academy of Management Journal’ da yayımlanan araştırmada bulgular, bir çok kadının uzun zamandır tanık olduğu gibi, çalışma hayatında lider olarak tanınmanın erkeklerdense kadınlar için daha zor olduğunu gösterdi. Bir kadın ve bir erkek yazılı bir metinden aynı kelimeleri okuduğunda dahi, yalnızca erkeğin liderlik potansiyelinin tasdik edildiği belirtildi. Araştırmayı yayınlayanlar liderlikle ilişkili olarak özellikle bir noktaya odaklandılar: takımı ya da şirketi ileri taşıyacak fikirleri beyan etmek.

Bir deneyde katılımcıların kurmaca bir sigorta şirketi tarafından aylık satış görüşmesine katılmaları istenerek, Erica ve Eric olmak üzere iki farklı sesten çağrı almaları sağlanıyor. Görüşmeden sonra ise duydukları sese ait kişiler hakkında liderlik sergilemelerine, takımlarını etkilemelerine ve liderlik üstlenip üstlenmediklerine dair değerlendirmeler yapmaları isteniyor. Değişim odaklı fikirler belirten Ericlerin, sadece ekiplerinin performansını eleştiren Ericlere oranla daha fazla ‘’lider’’ olarak tanımlandığı görülüyor. Öte yandan katılımcılar tarafından Ericalar, Ericlerinki ile tamamen aynı fikirleri belirttiklerinde dahi, statülerinde bir yükselmeye layık görülmüyor.

Tabii ki hayatta işler senaryosu belli bir toplantıda olduğu gibi ilerlemiyor. İkinci bir deneyde, araştırmacılar ‘’zor/ rekabetin yüksek olduğu’’ anlarda fikirleri paylaşmanın yararlarını incelemek için kolları sıvadı. Katılımcıları Amerika Birleşik Devletleri Kara Harp Okulu’ ndan seçilen bu araştırmada 36 takım oluşturularak yarışmadan önce, yarışma sırasında ve yarışmadan sonra olmak üzere bir dizi soru soruldu. Erkek egemen bir araştırma sahası seçilmesinin, çalışmayı kısıtlayacabileceği belirtilse de yarışmanın doğası, katılımcıların atletik, kognitif ve diğer faktörlerini kontrol etmesini sağlıyordu. Yine de, yarışma bitiminde katılımcılara kimin takım lideri olmasını istediklerini derecelendirmeleri istendiğinde, yalnızca fikirlerini öne sürebilen erkekler üst sıralarda yer alabildi. Delaware Üniversitesi Alfred Lerner İşletme ve Ekonomi Fakültesi’nden Kyle Emich, ‘’Kadınların

düşüncelerini: 1)neredeyse hiç bir zaman, 2) nadiren, 3) bazen, 4) sıklıkla, ve ya 5) neredeyse her zaman, açıkça ifade edip etmemeleri bir önem oluşturmuyor ” diyor ve ekliyor, ‘’Kadınlar parlak fikirlerle çıktıklarında statülerinde bir artış olmadığı gibi lider olarak atfedilme ihtimalleri de düşüyor. ‘’

Kadın girişkenliğine yönelik olumsuz geri dönütler - ki buna blacklash etkisi deniyor- ise toplumsal cinsiyet ve liderlik ile ilgili diğer bir çok çalışmada belgeleniyor. Ancak Arizona Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi’nden Elizabeth McClean çalışmaları sonrası‘’Böyle bir etki ile karşılaşacağımızı umuyordum ama karşılaşmadık.’’ diyor. 

Peki burada neler oluyor? Araştırmacılar, sonuçların bu çizimlerde daha önce neler gördüğünüzle ilgili olabileceğine inanıyor. Dr. McClean, “İnsanlar liderlerin neye benzediği konusunda kafalarında bu prototiplere sahip” diyor. “Bir kişiyi gördüğümüzde, kendimize,’’Onlar bu prototipe uyuyor mu?’’ diye soruyoruz. Uymazlarsa - lider gibi davranıyor olsalar dahi - lider olarak tanımlanmaları daha zor hale geliyor‘’. Northwestern Üniversitesi’nde psikolog ve “Labirent Sayesinde: Kadınların Nasıl Lider Olduğu Hakkındaki Gerçek”in yazarı olan Alice Eagly’e göre ‘’Bu tutarsızlık, kadınların erkeklerden genel anlamda daha az yetkin olduklarını varsayımının yapılmasını gerektirmiyor. (örneğin akıllı,organize,seviye odaklı )’’

Son zamanlarda, birçok insanın bu nitelikleri kadınlara atfetmeye daha meyilli olduğunu belirtiyor. Kişinin önderlik etme kapasitesi ile çok yakından ilişkili olan ’sorumluluğu üstlenme’’ kapasitesi ise erkeklerin sahip olduğu bir özellik olarak kabul edilmeye devam ediyor.

Oysa Erica sorumluluk alıyordu. Neden kimse bunu fark edemedi?

Massachusetts Üniversitesi Psikoloji ve Beyin Bilimleri profesörü Nilanjana Dasgupta’a göre, bilgiyi basmakalıp yargılarımızın ışığında işlediğimizde, çıkarımlarımız nesnel gerçekliktense bu kalıp yargılar ile tutarlılık gösteriyor. İnsanlar sürekli olarak tek bir biçime uygun liderlere maruz bırakıldıklarında, gelecekte de bu biçimlere uygun liderleri farketme eğiliminde oluyorlar, işte Kendini pekiştiren “doğrulama yanlılığı” döngüsü böyle yürüyor. Ayrıca benzer çalışmaları ırkla ilgili de yapıldığını görmek istediğini ekliyor.

Bu sorunun üstesinden nasıl gelinebilir? Dasgupta, insanların kadınları da lider olarak görebilmesini sağlamanın bir yolunun, onları gerçek hayatta daha fazla liderlik pozisyonunda görev yapan kadınlara maruz bırakmaktan geçtiğini söylüyor.

Çevirenler:Esra Kardelen Yöyen

                    Şevval Özkaya

Kaynak:New York Times,Mart 2018

Stresli olduğumuzda neden şekerleme için can atarız?

Erva Kaygun

March 15, 2019

Beynimiz vücut ağırlığımızın sadece yüzde ikisini oluştursa da günlük karbonhidrat ihtiyacımızın yarısını tüketir ve glukoz da en mühim yakıtıdır. Aşırı stres altındayken beyin yüzde 12 daha fazla enerjiye ihtiyaç duyar ve bu da birçoğumuzu - vücuda en hızlı enerji kaynağını sağlayan- şekerli atıştırmalıklara yönlendirir. Gerçekten de bilişsel testlerde stresli katılımcılar yemekten önce daha düşük performans göstermişlerdir. Bu performansları yiyecek tükettikten sonra normale dönmüştür. Açlıkta , tüm beyin bölgelerindeki ağlar aktive olur. Merkezde de Ventromedial ve lateral hipotalamus. Üst beyin sapındaki bu iki bölge metabolizmayı düzenlemekte rol oynar, davranışı ve sindirim fonksiyonlarını besler.

Fakat hipotalamusta akıntıya karşı bir kapıcı görevi gören nucleus acuatus (ARH) vardır. Eğer bu ‘kapıcı’ beynin glukoz eksikliğini kaydederse, vücudun geri kalanından gelen bilgiyi bloke edecektir. İşte bu yüzden beynin enerjiye ihtiyacı olduğunda karbonhidratlara başvururuz - vücudun geri kalanı iyi tedarikli olsa da -.

Beyin ve karbonhidrat arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamak için, 2 oturumda 40 katılımcı inceledik. İlk oturumda, katılımcılardan yabancı insanların önünde 10 dakikalık konuşma yapmalarını istedik. Diğer oturumda ise konuşma görevi vermedik. Her iki oturumun da sonunda, katılımcıların kanındaki adrenalin ve kortizol stres hormonu seviyelerini ölçtük. Ve bir de 1 saatlik bir yemek büfesi temin ettik. Katılımcıların büfeden önce konuşma yaptıklarında daha stresli oldukları ve konuşma yapmadıkları zamana kıyasla ortalama 34 gram daha fazla karbonhidrat tükettiklerini gördük.

E peki o çikolata ne için? Eğer birisi öğleden sonra çikolata istiyorsa, ona tavsiyem fit kalması ve ruhunu dik tutması için o çikolatayı yemesi olur. Çünkü işte insanlar genellikle stresli ve beyin yüksek enerjiye ihtiyaç duyuyor. Eğer biri hiçbir şey yemiyorsa, muhtemelen beyin vücuttan glukoz kullanacak, yağ ve kas hücresi kullanımını amaçlayarak daha fazla stres hormonu salgılayacak. Bu durum birini sadece sefil yapmaz, aynı zamanda kalp krizi, felç veya depresyon riskini de uzun vadede artırır. Alternatif olarak beyin başka fonksiyonlarda da tasarruf edebilir fakat bu yol konsantrasyon ve performansı da düşürecektir.

Beynin ihtiyaçlarıyla buluşmak için, deneyimizdeki katılımcılar gibi her şeyden daha çok yiyebilir ya da vücut için kolay olanı yapıp tatlı tüketebilirsiniz. Bebeklerin bile tatlılara belirgin bir yönelimi vardır. Minik vücutlarına kıyasla beyinleri oldukça büyük olduğu için , bebekler çok fazla enerjiye ihtiyaç duyarlar. Bu enerjiyi de oldukça şeker içeren anne sütünden alırlar. Zamanla tatlıya olan tercihimiz azalır ama hiçbir zaman -yetişkin olsak bile- ortadan kaybolmaz.

Bu yatkınlık kişiden kişiye ve diğer faktörlere bağlı olarak değişebilir. Çalışmalar, çocukluk döneminde stresi çok deneyimlemiş kişilerin ileri zamanlarda tatlıya yatkınlığının daha güçlü olduğunu göstermiştir.

Bazılarına göre, beyin enerjisini ( yeterli yağ deposu olsa da) vücudun rezervlerinden alamaz. Bunun en önemli sebebi ise kronik strestir. Bu kişiler beyinlerinin besinsiz kalmadığını garantilemek için her zaman yeterince yemelidir. Genellikle bu gibi yeme alışkanlıklarından çıkış yolu kalıcı olarak stresli ortamlardan ayrılmaktır. Çoğu insan fazla karbonhidrat ve tatlı tüketimi konusunda kendine yüklense de , altında yatan sebepler her zaman kontrol eksikliğinden doğmaz. Yaşam tarzlarına, geçmiş ve şimdiki stres durumlarına derin bir bakışı gerektirebilir. Stresin kaynağı çözüldüğünde, yeme alışkanlıkları da kendiliğinden çözülecektir.

Çeviren:Erva Kaygun

Kaynak: Scientific American 

Parkinson Hastalığı Bağırsaklarda Başlayıp Vagus Siniri Üzeriden Beyine Yayılıyor Olabilir.

Mustafa Yıldırım

March 15, 2019

Aarhus Üniversitesi ve Aarhus Üniversite Hastanesi tarafından yapılan

epidemiyoloji temelli bir çalışmaya göre Parkinson hastalığı sindirim sisteminde

başlıyor; araştırma bu alanda şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı çalışmadır.

Kronik nörodejeneratif Parkinson hastalığı çok sayıda insanın hayatını

etkilemekte. Ancak, bilim insanları hala neden bazı insanlarda Parkinson

hastalığının oluştuğunu bilmiyorlar. Aarhus Üniversitesi ve Aarhus Üniversite

Hastanesi'nden bazı araştırmacılar hastalığın nedenlerini anlama adına önemli bir

adım attılar.

Yapılan yeni çalışma Parkinson hastalığının sindirim sisteminde başlayıp vagus siniri üzerinden beyine yayılabileceğini belirtiyor.

Aarhus Üniversitesi doktora sonrası araştırmacısı Elisabeth Svensson

çalışmalarının arkasındaki hipotezi şöyle açıklıyor: "Midelerindeki vagus siniri

zarar gören yaklaşık 15.000 hasta ile bir sicil çalışması yürüttük. Bu metod 1970-1995 yılları arasında ülser tedavisi sırasında çok sık kullanılan bir yöntemdi. Eğer

Parkinson hastalığının bağırsakta başlayıp vagus siniri üzerinden yayıldığı

gerçekten doğruysa bu vagotomi hastaları Parkinson hastalığına karşı doğal

olarak korunuyor olmalıydı."

 

Doğruluğu kanıtlanan bir hipotez: 

Açıklamasına devam eden araştırmacı, "Çalışmamız gösterdi ki vagus siniri

tamamen zarar görmüş hastalar gerçekten de Parkinson hastalağına karşı doğal

olarak korunuyor. Bu kişilerin hastalığı geliştirme riskleri 20 yıl sonra yarı yarıya

azaldı. Ancak, vagus sinirlerinin sadece belirli bir bölümü zarar gören hastalar

hastalığa karşı korunamadı. Bu durum, işlevsel olarak çalışan veya az bir zarar

görmüş vagus sinirinin hastalığı beyine taşıyabileceği hipotezine de uyuyor." dedi.

 

İlk klinik inceleme:

Araştırma, Parkinson hastalığının sindirim yolunda başlayıp vagus siniri üzerinden

beyine ulaşabileceği hipotezine dair çok güçlü bir kanıtı ortaya koymuş oldu.

Ayrıca çoğu hastanın Parkinson hastalığı teşhisi koyulmadan önce sindirim

sistemi rahatsızlıklarından muzdarip olduğu da ortaya çıktı.

Araştırmacı Elisabeth Svensson, bu konu hakkında "Parkinson hastaları,

Parkinson teşhisi konulmadan önce de kabızlık gibi hastalıklardan muzdariplerdi,

bu vagus sinirine bağlı nörolojik ve gastroenterolojik hastalıklar arasındaki

bağlantının erken bir belirtisi olabilir." dedi.

Parkinson hastalığı ve vagus siniri arasındaki ilişki ile ilgili diğer hipotezler

hayvan ve hücre çalışmalarına öncülük etmişlerdi. Ancak, bu güncel çalışma

insanlardaki epidemiyolojik çalışmalar arasında ilki ve en kapsamlı olanı.

Bu araştırma hastalığa yol açan nedenleri belirme açısından çok önemli bir yapboz parçası gibi görülebilir. Bu araştırma ile birlikte araştırmacılar ileride Parkinson hastalığını tespit etmek ve engellemek için yeni bilgilerini kullanabilmeyi umuyorlar.

Araştırmacı Elisabeth Svensson araştırmalarının önemi hakkında son olarak "Artık vagus siniri ve Parkinson hastalığı arasında bir bağlantı bulduk, hastalığın gelişimini engellemek için bu nörolojik dejenerasyonu başlatan unsurları araştırmak çok önemli. Bunu yapabilmek gerçekten yeni bir dönüm noktası olacaktır." dedi.

 

Çeviren:Mustafa Yıldırım

Kaynak: Neuroscience News

BİLİM GÜNÜMÜZ KIZLARININ HER ZAMANKİNDEN DAHA KAYGILI OLDUĞUNU SÖYLÜYOR

İlke Kocaoğlu

March 15, 2019

Ebeveynler, kızlarının sık sık baskı altında ve stresli görünmesinden endişeli. Görünüşe göre, çoğu öyle. Bilimsel çalışmalar, kızların 10 yaşından başlayarak, üniversiteye kadar tecrübe ettikleri kaygı ve stresin korkutucu düzeyde arttığını gösterdi. Eğer bir kızınız varsa bilirsiniz: Kızlar okulda başarılı olmak için, sosyallik açısından dolu ve kabul görmüş olmak için, iyi görünmek için, kısacası bazen kendilerini yıkılmış gibi hissetmelerine sebep olan, yoğun stres ve kaygı yaşatan, çok büyük bir baskı altındalar. Pew Araştırma Merkezi’nin yeni araştırmasına göre, 13-17 yaş arasındaki her 10 gençten 7si, kaygı ve depresyonu yaşıtları için büyük bir problem olarak görüyor. Pew ekliyor, “Kızlar, erkeklere kıyasla, 4 yıllık bir üniversiteye başvurma planlarının olduğunu ve kendi seçtikleri üniversiteye girme konusunda çok endişeli olduklarını dile getirmeye daha yatkın.” Merkez’in araştırması doğruluyor ki :“Erkeklere kıyasla, kızların büyük çoğunluğu günlerinin huzursuz ve sinirli geçtiğini söylüyor. (%36’sı her gün böyle hissettiğini, %23’ü neredeyse her gün böyle hissettiğini söylüyor.)”

Stres yaratan bu durumlara; zorbalık için endişe duyma, uyuşturucu bağımlılığı ve alkol kullanımı, erkeklerle ilişkiler, -anlaşılabilir şekilde- okul saldırıları ve sık sık ağır yoğunlukta karşılaşılan negatif haberler ekleniyor. Pek çoğu durumları ve kötü olayları gereğinden fazla düşünmeye eğilimli olan genç kızlar için, bu baskı hiç dinmeden devam ediyor gibi hissettiriyor.

Tanıdığınız herhangi bir genç kıza sorun, size bir partideyken kaygılı olduğunu veya en yakın arkadaşıyla yaşadığı görüş ayrılığı yüzünden stresli olduğunu söyleyebilir. Sınıfta yapmak zorunda olduğu bir konuşma yüzünden veya hazır olduğunu hissetmediği bir sınavdan ötürü çok fazla korkmuş hissedebilir. Veya bir dahaki açışında Instagram’da ya da Snapchat’te ne göreceği hakkında gergin olabilir. Yakında gerçekleşecek olan bir atletizm yarışından, müzikal gösterisinden veya kendisini elde etmeye çalışan (ya da çalışmayan) bir erkek hakkında ne yapacağı açısından kaygılı veya huzursuz olabilir.

Eğer bir kızınız varsa, kendinize sormalısınız: “Bunca stres ve kaygı nasıl iyi, hatta yararlı olabilir?”. Ani öfkelenmelere, kontrolden çıkmalara, küsmelere ve sessiz kalma davranışlarına karşı hassaslık gösteren bir ebeveyn olarak “Nasıl etkili bir yardımda bulunabilirim?” diye kendinize sormalısınız.

Stres ve Kaygı “Çift Yumurta İkizleri” dir

 

Kızınız stresli ve kaygılı hissetmekten nefret edebilir, hatta bu güçlü tepkileri yalnızca birçok zarara yol açan dertler gibi görebilir. Fakat, bu tepkiler kötü bir şey olmak zorunda değiller. Öncelikle, stres ve kaygının kişinin günlük hayatındaki işlevde ne gibi bir rol aldığını anlamak çok önemli. Stres ve kaygı, genelde insanların zihninde birleşip birbirlerinin yerine geçebilir şekle gelmelerine rağmen, ebeveynler stres ve kaygının ikisini de kızlarının lehine kullanmasına yardımcı olabilirler. Bu ‘negatif’ duygulardan ve vücudun kendini korumak için verdiği doğal tepkilerden, kişinin iyiliği için yararlanılabileceği bilinmeli.’’Baskı Altında: Kızlardaki Stres ve Kaygı Salgınının Üstesinden Gelmek’’ kitabının yazarı Lisa Damour, stres ve kaygı için: “Çift yumurta ikizi gibiler. İkisi de psikolojik olarak rahatsız edici.” diyor. Damour, stresi “duygusal veya mental gerginlik ya da endişe”, kaygıyı “korku, dehşete kapılma, panik hisleri” olarak tanımlıyor.

Stres ve kaygının genç kızlar arasında yaygın bir hale gelmesi, bunların yardımcı öğeler -hatta faydalı- olamayacağı anlamına gelmiyor, özellikle eğer biz onları bizim ilerlememize engel olan kötü hisler olarak görmez, doğru yönde ilerlemek adına kullanacağımız araçlar haline dönüştürürsek. Damour, kızınıza yardım etmeniz açısından bazı noktaların akılda bulundurulması gerektiğini söylüyor:

• Stres ve kaygının ilk belirtisini görünce, bunlardan kaçmak daha kolay gelebilir. Fakat, kızlarımıza stresli durumlarla yüzleşmeyi öğreterek, kendilerini çabuk iyileştirme kabiliyeti geliştirmelerinde yardımcı olabiliriz.

• Stres ve kaygı, kişinin kendini rahat hissettiği konumdan dışarı adım atmasıyla beraber ortaya çıkan durumlardır. Kendilerini rahat hissettikleri konumdan uzakta faaliyette bulunmaları, kızların olgunlaşmasını sağlar, özellikle de zorluklarla baş ederken.

• Stres yaratan bir durumu kızınızla birlikte analiz etmek, onun duruma karşı olması gerekenden daha büyük bir tepki verdiğini veya kendilerinin bu durumla başa çıkma yeteneklerini küçümsediklerini anlamalarına yardımcı olur.

Dr. Damour, bu baskının ne kadar güçlü ve ciddi olduğunu kanıtlarken, aynı zamanda bu baskıyı hafifletmek adına stratejiler sunuyor . Damour, ebeveynlere, stres ve kaygının kızlarına canlarını sıkan ve terslik çıkaran durumlarda olumlu şekilde yardımcı olabileceğinin güvencesini veriyor.

Değişim Süresi Gereklidir

 

Kızınıza rehberlik ederken, Dr. Damour, kızınızın beynini ters tutulmuş bir kar küresi gibi düşünmenizi öneriyor. Ergen beyni, düzgün bir şekilde düşünmeden önce ‘karlar’ın yere düşmesi için zaman geçmesi gerekiyor. Bir ebeveyn, bir ergenin beyninin nasıl çalıştığını anladığı zaman, ‘kurtarmak’ için balıklama atlamadan ve sonuç vermeyen yorumlarda bulunmadan önce değişim süresinin geçmesine izin vermesi daha kolaydır. Bu yaklaşım acil bir ‘kriz’ durumunda çok değer taşır.

Değişim süresi, kızınız okuldan eve belli bir şekilde mutsuz gelip doğruca odasına gittiğinde de gerçekleşebilir. O, bu durum hakkında, kendini içinde hissettiği güçlük ve sahip olduğu seçenekler hakkında konuşmak için ortaya çıkana dek ona gereken zamanı tanıyın. Şikayetlerini dinleyin, sonra da ona neyin yardımcı olabileceğini veya nelerin meydana gelebileceğini sorun. Buradaki amaç, kızınızın stres ve kaygının, Dr. Damour’un deyişiyle “sadece bir düşünce, sadece bir duygu” olduğunu fark etmesi.

Bildiğimiz üzere, kızınızın duygularını veya hissettiklerinden kaçınmasını görmezden gelmek doğru bir yol değil, onun kendi problemleri üzerine beyin fırtınası yapması için yardım etmeye çalışmak lazım. Problemi çözmek veya başa çıkmak için onun düşündüğü çözümlerin ne olduğunu sorun. Onun bazı şeylerin farkına varma kabiliyetinin, sizin de kendinize hakim olduğunuz bir rehberlik sayesinde ortaya çıkmasına şaşıracaksınız.

Kızınızı Kurtarmakla Alakalı Değil

 

Ebeveyn olarak, ilk içgüdümüz kızlarımızı kurtarmaktır. Ve, kaygı yaratan bu problemlerin ne kadar güçlü olduğu düşünülecek olursa, aniden duruma el atmak ve günü kurtarmak istemek çok normal bir duygudur. Çocuklarımız için rahatlık ve acısızlıktan başka bir şey istemeyiz. Bu durum, ebeveynin bir koltuk değneğine dönüşmesine neden olabilir. Bir bahane bulabiliriz, böylece kızımız geçemeyeceğini düşündüğü bir sınava girmek zorunda kalmaz, veya bir partiye arkadaşlık problemleri yaşanabileceğinden ötürü gitmeyip evde kalmasını sağlayabiliriz, veya kendi sorumluluğuna aldığı bir resitale, bir oyun provasına ya da gösterisine gitmemesini sağlayabiliriz, ve bunların hepsi kızımızı, onda stres yaratıp, onun kontrolden çıkmasına sebep olan etkenlerden korumak içindir.

Kim nasıl yardım edeceğini bilmediği bir durumda kalmamıştır ki? Dr. Damour, kitabında ebeveynlere baskıya müdahale edebilecekleri ve baskıyı hafifletebilecekleri bir yol haritası sunuyor, fakat ebeveynlerin işe yarayacağını düşündüğü yollarla değil.

Bulunduğu durumdan kaçınmasına yardımcı olmak, durumu daha da kötüleştirebilir. Kaçınma, yalnızca geçici bir rahatlamadır. Bir noktada, geçemeyeceğini sandığı sınavla ve ne yapacağını bilmediği erkekle yüzleşmek, arkadaşıyla konuşmak, Facebook’taki bir muhabbete katılmak, o resital gösterisini yapmak veya atletik alanda performansını gerçekleştirmek zorunda.

Ebeveynlerin kızlarının mücadelesi, yaşadığı üzücü olayları, şu an hakkındaki endişelerini içeren yolu basitleştirmeleri değil, onlara bu yolun üstesinden nasıl geleceğini göstermeleri gerekir. Geri adım atmaya yardım etmenin, kendi alarm sistemlerini sakinleştirmelerinin, ve kızınızın alternatif seçeneklerini bulması için desteklemenin, nelerin meydana gelebileceğini düşünmesinin, kendisinin başa çıkabileceğini düşündüğü çözümler üretmesinin daha iyi olacağının farkına varın. Stres ve kaygıyı beraber tamamen silmek yerine, uzun süreli, stres ve kaygıyla başa çıkmasında onu güçlendirecek alışkanlıklar edinmesinde ona rehberlik edin. (Ki bildiğimiz üzere, silinmiyorlar.)

Mükemmeliyetçiliği Azaltmak

Eğer kızınız, mükemmeliyetçilik yoluna doğru bir eğilim gösterirse, ona nazikçe yön göstererek, bu yoldan uzaklaşmasını sağlayın. Mükemmeliyetçilik, kaygı problemleri oluşmasında en yaygın rotadır. Dr. Damour’a göre, mükemmel olma düşüncesi, özellikle okulda başarılı olmak açısından, hem toplum hem ailenin kızlarına yüklediği zehirli bir baskıdır. Artık, ebeveynlerin zamanını ve yoğunluğunu eğitime adamış fazla stresli kızlarına yardım edip, onları geri çekme vakti geldi.

Baskı Altında kitabı, yalnızca ebeveynlerin içini rahatlatmakla kalmıyor, aynı zamanda kızları bir engelle karşılaştığı zaman ona destek olabilecek materyalleri de veriyor. Şimdi yapılan çalışma, onlara gelecekte karşı karşıya gelecekleri, engellenemez bazı üzücü olaylara karşı kendi kendini iyileştirme kabiliyetini geliştirmede yardımcı olacak. Bu kitabı kesinlikle öneriyorum.

 Çeviren:İlke Kocaoğlu

Kaynak: Psychology Today, Copyright @2019 by Susan Newman 

Travma deneyimi,bazı insanlar için mental kontrolü geliştiren bir bilişsel egzersiz işlevi görebilir.

Çeviren: Esra Kardelen Yöyen

January 02, 2019

‘’Seni öldürmeyen şey güçlendirir.’’ sözü travma , araba kazası ya da soygun gibi , deneyimleyen insanlarla yapılan çalışmalar sonucu destek bulmuş bir vecize. Her ne kadar insanların %7-8’inde yaşanılan olay sonrası stres bozuklukları (PTSD) , olaya dair istenmeyen ve aniden gelen hatırlamalar vs. görülse de birçoğu çabuk iyileşme ve hatta öncekinden daha iyi bir mental sağlık düzeyine eriştiklerini söylüyorlar (bir çok vaka için deneyimlenen travma ağır travmadan ziyade mutedil seviyelerde). Peki bu ‘Travma Sonrası Gelişim’’in temelini ne oluşturuyor? Journal of Experimental Psychology’de yayınlanan yeni bir makalede genel kanı, travmanın insanların kendi zihinleri üzerindeki kontrollerini arttırmaya yarayan bir tür ‘mental egzersizi’ tetiklediği yönünde.

‘’Araştırmalarımız gösteriyor ki, travma ile gelen deneyimler, bilişsel kontrol becerilerine uyum kazanılmasına doğal olarak katkı sağlayarak, kazazedelerin olaya dair dirençlerini geliştirmelerine yardım edebilir.’’ diye ekliyor  Justin Hulbert ve Michael Anderson. (Bard College, US & University of Cambridge )

Her biri 48 öğrenciyle yapılan 2 çalışmanın ileri sürdüğüne göre, 18 yaşından önce, görece fazla sayıda travmaya maruz kalmış (kazalara tanık olmak ve ya bizzat yaşamak, şiddet görmek ve önem arz eden bir bireyin kaybı gibi) katılımcılar önceden verilen kelimeleri eşleştirmede,travma deneyimi olmayan katılımcılara nazaran, hafızalarını daha iyi ketledikleri görüldü.

 Çalışmada katılımcılara nötr ipucu kelimesi (örneğin keman) ve nötr ile negatif kelimeler içeren yanıt kelimesi (sokak ve ceset gibi) olmak üzere 60 kelime çifti gösterildi.İpucu kelimesi ekranda yeşil olarak gösterildiğinde yanıt kelimesini olabildiğince hızlı söylemeleri istendi.İpucu kelimesi kırmızı olarak gösterildiğinde ise yanıt kelimesini düşünmekten ve söylemekten kaçınmaları istendi.

Diğer bir aşamada ise katılımcılara, basitçe hatırlama testi yapılarak orijinal ipucu kelimesi ya da yeni bir semantik ipucu kelimesiyle beraber yanıt kelimesinin ilk harfi gösterildi. (örneğin; anatomi c_ _ _ _)

Hulbert ve Anderson çok sayıda travmaya maruz kalan ve görece daha az travma yaşamış grupların baş harf ilişkilendirme aşamasında (ikinci aşama) aynı derece iyi olduklarını,sayıca travma yaşayan grubunun düşünme ve söyleme eyleminden kaçınılması sürecinde daha iyi performans sergiledikleri ve gerektiğinde belirli yanıt kelimelerini unutmakta başarılı oldukları gözlemlendi.Bunun nötr ve negatif kelimeler için de geçerli olduğu ve ‘’değer gözetmeksizin,genel bir bastırma yetisi’’ olduğu kanısına varıldı.

Veriler, travma deneyimlemenin insanlarda - en azından bu örnekteki gibi travma geçmişi olan ve üniversiteye kadar gelebilmiş katılımcılar için-  istenmeyen anıları bastırmaya yönelik direnç kazanmaya , ve hatta genel bir engelleyici kontrol mekanizması geliştirmeye  teşvik ettiğini gösteriyor.

Eğer bu yeni bulgular güvenilir ise , -ki bu noktada çalışma, öğrencilerin travma geçmişlerine dair öz beyanlarına güvenmeyi gerektiriyor-  travma için Bilişsel Davranışçı Terapiyi uygun hale getirmeye yönelik yeni öneriler ortaya çıkarıyor.Alışılagelmiş  travma sonrası Bilişsel Davranışçı Terapi, danışanları deneyimlerini hatırlatan anımsatıcılarla yüzleştirmeye dayalıdır - bu teşhirin zamanla travmatik anıları daha az endişe edici hale getireceği düşünülür. Ancak Hulbert ve Anderson’a göre travmaya dair anımsatıcılardan kaçınmamak gerekiyor ve hatta bunları bastırma alıştırmaları yapmak, kişi için yararlı bile olabilir! Araştırmalarına şu notu da ekliyorlar: ‘’Bilişsel Davranışsal Terapinin faydaları, bastırmanın geri kazanımını danışanlara deneyimlerine dair anımsatıcılar vererek ve onları daha iyicil dönütler olarak yansıtmalarını sağlayarak artıyor.’’

Elbette travmayı atlatamayan ve travma sonrası kronik stres bozukluğu görünen bireylerde bahsi geçen engelleyici/baskılayıcı kontrol mekanizması oluşturmada ve ya zamanla kontrol mekanizmasına uyum sağlamada yeterlilik görülemiyor.Hulbert ve Anderson bunun sebeplerinden birinin kortikal esnekliğe dayalı  genetik varyasyona bağlı olabileceğini düşünüyor. Ancak yeni araştırma belirtiyor ki ‘’travma ile yaşayan bir çok madur için, travmaya dair zamansız çıkagelen düşünceleri duygusal dengeye ulaştırma çabası,doğal bir bilişsel egzersiz niteliği taşıyor.’’

Kaynaklar: —The British Psychological Society Research Digest,’’For some, experiencing trauma may act as a form of cognitive training that increases their mental control’’ By Emma Young

http://psycnet.apa.org/record/2018-34715-001

İlk İzlenimler Değiştirilemez Değillerdir

Çevirenler: Erva Kaygun, Şevval Özkaya

January 02, 2019

İnsanlar iyi farz ettikleri kişilere karşı, başlangıçta kötü olarak gördükleri insanlar hakkındaki fikirlerini değiştirmeye daha isteklidir.

Ortak akıl/tecrübeler, olumsuz ilk izlenimlerin sarsılmasının zor olduğunu ve bazı araştırmaların bunu desteklediğini iddia ediyor. Ancak bu tür çalışmalar, aşırı ve nispeten nadir olan (çocuklara ilaç satmak gibi) ahlaksız davranışlara dayanan izlenimleri, daha yaygın olan (şemsiye paylaşımı gibi) iyiliklere dayalı izlenimlerle haksız bir şekilde karşılaştırır. Tam dengeli davranışlar içeren yeni bir dizi çalışma, insanların başlangıçta bencil olarak gördükleri kişilerden ziyade daha bencil olan bireyler hakkındaki fikirlerini değiştirmeye daha istekli olduklarını ortaya koymaktadır.

Deneylerin üçünde, 336 laboratuvar ve çevrimiçi katılımcılar, her biri para karşılığında birine kaç elektrik şokunun verileceği konusunda bir dizi 50 karar veren iki kişiyi okudular. Bir kurgusal konu sıradan kişinin başkalarına acı çektirmesi için her şok başına yaptığından daha fazla para gerektiriyordu. Diğerinin şok başına fiyat eşiği sıradan kişiden oldukça düşüktü. Çalışma katılımcıları her konunun kararlarını tek tek okudular. Her kararı görmeden önce ne olacağını tahmin ettiler.

Kurgusal konunun her üç kararından sonra, katılımcılar kişiyi “kötü” den “iyi "ye bir ölçekte derecelendirdiler ve daha sonra derecelendirmeye olan güvenlerini belirttiler.

Beklendiği gibi, katılımcılar düşük ücret için şok verenleri yüksek ücret için şok verenlere kıyasla daha ‘kötü’ olarak gördüler. Fakat katılımcılar ‘kötü’ derecelendirmesinde az özgüven sergilediler ve kaçar tane şok verildiği üzerine yaptıkları tahminler daha çok dalgalandı. Başka bir söylemle, ‘kötü’ kişi hakkındaki inançları daha değişkendi. “İyi tasarlanmış bir beyin sistemi ilk sorun belirtisinde  birini tamamen silmeyecektir.” diyor Molly Crocket, Yale Üniversitesinden bir psikolog, yeni çalışma gruplarıyla ilgili bir yazının ortak yazarı, yazı Ekim ayında Nature Human Behaviour dergisinde yayınlandı. Açık bir zihin insanları affetmeye ve bağlar kurmaya yardımcı olur, diye ekliyor Crocket.
Test senaryoları gerçek-dünya etkileşimlerinden oldukça uzak. Yine de,  “deney günlük insan hayatının oldukça merkezinde olan bir soruya derinlemesine dalan zarif bir paradigma sunuyor” diyor  Peter Mende-Siedlecki, Delaware Üniversitesinden bir psikolog, çalışmaya katılmamış biri olarak.
Sosyal etkileşimle ilgili bulguların, tehdit anlarında bilgi emici genel mental bir süreci yansıttığından şüpheli Crockett. Kendisi sonuç olarak çıkan sosyal yönelimi çift taraflı bir kılıç olarak tanımlıyor. “Çatışma çözümü için çok iyi olabilir fakat aynı zamanda kötü bir ilişkide sizi tuzağa da düşürebilir.”

Kaynak: Scientific American, Bad First Impressions Are Not Set in Stone

Merak Etmenin Gücünü Açıklamak

Çevirenler: Mustafa Yıldırım, İlke Kocaoğlu

January 02, 2019

   Merak bir çok açıdan hoş karşılanan ve bilime güç kazandıran bir nitelik. Ancak literatür, merakın baştan çıkarıcı tehlikesi hakkında bizi uyaran masallarla doludur (Orpheus'un karısı Eurydice'i yeraltı dünyasının cazibesi karşısında kısa bir bakış uğruna sonsuza dek nasıl kaybettiğini düşünün). Gerçek hayatta da hepimizin bilgidiği gibi meraka boyun eğersek sonrasında pişmanlık duyabiliriz - mesela; bakmamamız gereken bir mesaja bakmak, 'spoiler' içerdiğini bile bile bir değerlendirme yazısını okumak ya da metal bir eşyayı mikrodalgaya koyunca ne olacağını denemek (ipucu:denemeyin).

    Merak nasıl oluyorda bizim üstümüzde böyle bir güç sağlıyor? Bu soruya verilebilecek cevaplardan birisi beyinde yatıyor. Johnny King Lau ve ekip arkadaşları “Bilgi için Açlık: Merakın Dayanılmaz Cazibesi Beyinde Nasıl Oluşturulur”(Hunger For Knowledge: How The Irresistible Lure of Curiosity Is Generated In the Brain, 2018) adıyla 'bioRxiv' de ön basım olarak yayınlanan beyin görüntüleme çalışmalarında merakın, açlık ile aynı nörobiyolojik süreçlerden kaynaklandığını ortaya koydular.

    Araştırmacılar, karnı aç gönüllülerden oluşan bir gruba sihirbazlık numaraları veya cezbedici yiyecek resimlerinin gösterildiği ve daha sonra bunların tesadüfi çalışan bir çark ile sunulduğu küçük bir davranış deneyiyle beyin tarama araştırmalarına zemin hazırladılar. Bu çark, bir bahisteki ihtimallerin görsel bir sunumunu sağladı (denemeden denemeye değişen bir sunum) - eğer gönüllü kazanırsa, deneyin sonunda numaranın nasıl yapıldığını öğrenme şansı veya yiyecekleri yeme şansına sahip olacaktı; eğer kaydeberse deney sonunda hafif ama tatsız bir elektrik çarpmasına maruz kalacaklardı. Her denemede gönüllüler numara hakkındaki meraklarını ve yiyeceğin çekiciliğini değerlendirdiler ve sonra bahse girip girmeyeceklerini seçtiler.

    Bu deneydeki ana bulgu hem merakın hem de açlığın gönüllülerin karar vermelerinde etkisi olduğuydu. Herhangi bir denemede gerçek ihtimalin ötesinde , sihirbazlık numarası hakkında merakları veya yemeğin cezbediciliği arttıkça ortada elektrik şokundan acı cekme ihtimali olmasına rağmen gönüllüler bahse girmekte daha istekliydiler. 

Bu, Lau ve meslektaşlarının, merakın açlığa benzeyen bir psikolojik istek veya arzuyu beslediğini varsaymalarına öncü oldu. Bunu test etmek için, uygulamayı daha fazla gönüllü ile tekrar ettiler ve bu defa gönüllülerin beyinlerini de analiz ettiler.Sonuçlar, açlık veya merak etkisindeyken, katılımcılar bahse girmeyi kabul ettiklerinde, beyinde striatum adı verilen, özellikle motivasyon ve ödül ile ilişkili olan bölümdeki aktivitenin çok yüksek olduğunu gösterdi. Dahası, katılımcılar bahse girmeye zorlandıklarında, göstergenin karar vermedeki olumsuz etkisi, fiziksel risk faktörünü etkilemesi ile striatum ve sensorimotor korteks arasında büyük bir bağlantı kopması ortaya çıktı.(Bir uyarı ekleyeyim: beyin aktivitesinin fonksiyonel anlamını yorumlamak her zaman zordur, özellikle bunun gibi araştırma ile ilgili olanlarda. Bu yüzden bu değerlendirme, deneme niteliğinde kabul edilmelidir.)

Benzer veriler, belirsizliğin meraka neden olduğu ikinci bir beyin gözlemleme çalışmasında, sihirbazlık yerine önemsiz konularla alakalı test sorularına (“Bozulmayan tek yiyecek nedir?” gibi sorular yer alıyordu.) ilgi çekilmesiyle ortaya çıktı. Bu defa, eğer katılımcılar bahse girer ve kazanırlarsa, cevabı daha sonra öğrenme şansları yükseliyordu. Yine, bahsi merakını veya açlığını tatmin etmek için kabul etmek, striatum’daki yüksek aktivite ile bağlantılı ve straitum ile sensorimotor korteks arasındaki bağlantının kopmasıyla ilişkili.

Lau’nun takımı, bulgularının şunu meydana çıkardığını söyledi; “Merak,karar vermemizin temelini teşvik edici motivasyon sürecinin dışarıdan gelen ödüllerle kuvvetlendirilmesi ile oluşturur. (örneğin; yiyecek)”. Eğer daha fazlasını öğrenmek isterseniz,henüz sonlandırılmamış bütün evrak,internet üzerinden ücretsiz olarak erişime açık.

 Kaynak: The British Psychological Society Research Digest,’’Explaining the power of curiosity – to your brain, hunger for knowledge is much the same as hunger for food’’

Az Bilinen Sekiz Nöropsikolojik Sendrom

Çeviren: EbrarÖzdemir

September 04, 2018

Metnin aslı: https://digest.bps.org.uk/2017/07/13/eight-important-neuropsychological-syndromes-youve-probably-never-heard-of/amp/

 

 Beyin hasarı veya hastalığı olan kişilerin eğitimi psikolojide ilerlemek için büyük ölçüde önemli olmuştur.Bu yaklaşım, tersine mühendislikle ilgilidir: Beynin belirli bölgeleri tehlikeye girdiğinde işlerin nasıl yanlış gittiğini araştırmak ve bu bölgelerin genellikle sağlıklı zihinsel işlevlere nasıl katkıda bulunduğuna dair yararlı ipuçları sağlar.Florida Uluslararası Üniversitesi'nde Nöropsikolog Alfredo Ardila, Psikoloji ve Nörobilim dergisinde yayınlanmış olan bu az bilinen koşullardan dördünün bir özetini yayınladı: Merkezi akromatopsi, Balintsendromu, Saf kelime sağırlık ve Afazi.

 

 Akinetopsia, Paramnezi,Ototopagnozi. Somatoparafreni isegeçtiğimiz yıl yayımlanan dört nadir fakat önemli nöropsikolojik sendromu kapsayan bir makaleyi takip ediyor.

 

 Nöropsikolojide çok nadir görülen bazı sıra dışı sendromlar vardır. Fakat onların nadirliği, beyin patolojisi olan hastaların klinik analizinde olduğu gibi, bilişin beyin organizasyonu hakkındaki temel anlayıştaki önemini de azaltmamaktadır. Ardila'nın bu nadir koşullar ve niçin önemli olduklarıyla ilgili söyleyeceklerinin kısa bir dökümünü burada bulabilirsiniz.

 

Akinetopsia

 Birinin sizin dünyayı algılayışınıza duraklama getirdiğinizi hayal edin. Bu durum hareketin sesini algılayabilmelerine rağmen hareket eden nesneleri göremeyen akinetopsia hastaları için geçerlidir. Bu sendrom beynin belirli görsel bir korteksine zarar verir (V5 bölgesi) ve aynı beyin bölgesinde bir sanal lezyon yaratmak için transkraniyal manyetik stimülasyon kullanılabilir. Akinetopsia son derece nadirdir, ancak Zeitraffer fenomeni ile ilişkili olabilir, bu da hastaların hareketli nesnelerin hızını fark edilebilir derecede yavaşlattığı zaman algılayabilir.

 

 Ardila, “Akinetopsia'nın tanımı, hareket algısının beyinde nasıl organize edildiğinin anlaşılmasında çok önemli bir adım teşkil ettiğini” belirtiyor.

 

Motor Afazisi

 Bu durumda hastaların spontan konuşma yetilerinde bazı problemler vardır. Soru sorulduğunda bazı şeyleri tekrarlayabilirler, teşvik edildiğinde bir şeyleri adlandırabilirler fakat bir konuşmayı başlatamazlar. Beynin etkilenen bölgesi hareketlerin hızlandırılmasında ve başlatılmasında rol oynar. Özellikle hareket dizileri ve afazinin bu formunun, tek başına bir dil problemi yerine spontan konuşma için gerekli hareketleri planlamakla ilgili sorunlardan kaynaklandığını düşünülmektedir. Dili anlama çoğunlukla etkilenmez. Ardilla’ ya göre motor afazisi, dilsel süreçlerin beyin temsili hakkındaki anlayışımıza olumlu katkıda bulunan dil ve motor süreçler arasındaki karmaşık çakışmayı göstermektedir.

 

Ototopagnozi

 Bu hastalık nesnelerin, bitkilerin veya hayvanların parçalarını bulma ve adlandırma yeteneğini etkilenmese de, kişinin vücudunun parçalarını tespit edememesi ve tanımlayamamasıdır. Durum, vücut şemasının güncellenmesinde bir bozulma olarak görülebilir. Beynin vücudun temsili ve uzayda bulunduğu yerde bir adlandırma bozukluğu ile birlikte, dil açıklarının dahil olduğunu düşündürmektedir. Bu rahatsızlık genellikle sol hemisferdekiparieatalkorkteksin arkasına zarar verir. Ardila, “Ototopagnosinin bir yüzyıl önce tanımlanmış olmasına rağmen, araştırmalar sınırlı kalmıştır” diyor.

 

Balint Sendromu

 Bu hastalık çok önceden tanımlanmış olup, bu hastalığa sahip insanlar genellikle kör gibi davranırlar.Parietal ve oksipital loblara hasar veya patoloji ile ilişkili olan bu sendrom, üç alt sendromun bulunduğu bir komplekstir: Simültanagnozi içindeki bütün unsurları görebiliyor olmasına rağmen bir sahneyi yani bir alanı bütün olarak algılayamama durumudur. Optik ataksi belirli bir kas ve motor bozuklukları olmamasına rağmen görsel hedeflere ulaşmada problem yaşama durumudur. Son olarak apraksi ise hastanın gözlerini gönüllü olarak hareket ettirmek veya bir nesneye sabit tutmak için mücadele etme durumunu açıklamaya çalışır. Yani Bu durumda hasta yapılması istenildiğinde aşina olduğu hareketleri yapmakta zorlanır. Ardila’ya göre, bu görsel ve mekansal algı anlayışına en çok katkıda bulunan klinik sendromlardan biridir.

 

Merkezi akromatopsi

 Bu, tamamen beynin parçalarına zarar veren renklerin algılanma yeteneğinin kaybıdır.( Sadece siyah beyaz ve gri tonlarda görme.) Genellikle gözlerden ziyade oksipital ve temporal loblarla ilgilidir. Prosopagnosia gibi diğer koşullarla birlikte ortaya çıkabilir, ancak daha da önemlisi renkleri hayal etme veya görselleştirme yeteneği korunur. Ardila’ya göre bu sendrom, görsel algı, özellikle renk algısının beyin organizasyonunu anlamak için çok önemlidir.

 

Saf Kelime Sağırlığı

 Bu duruma sahip hastalar, okuma ve konuşma yetenekleri tamamen etkilenmemiş olsa da, konuşulan dili anlama konusunda derin bir sorun sergiliyorlar.Hastalar, konuşmayı son derece sesli bir fısıltı gibi ya da yabancı bir dilmiş gibi tanımlar.Dil anlayışını etkileyen diğer koşullardan farklı olarak, Wernicke'nin afazisi gibi saf kelime sağırlığı tamamen algısal bir bozukluk olarak kabul edilir ve bununla tutarlıdır, genellikle beyindeki işitsel işleme bölgelerine lezyonlarla ilişkilidir.

 

Paramnezi

 Bu olağanüstü durum, hastaları, evleri veya bir bütün şehir gibi belirli bir yerin çoğaltıldığına ve aynı anda iki yerde bulunduğuna inanmalarına yol açar.Daha az sıklıkla görülse de hastalar  belirli bir nesne veya vücut kısmı hakkında da aynı inancı ifade edebilir. Paramnezinin formları kimlikle ilgili diğer sanrısal sendromlarda bazı benzerliklere sahiptir. Mesela hastanın akrabalarının veya arkadaşlarının bir veya daha fazlasının sahtekarlarla değiştirildiğine inandığı capgras sendromu gibi;Frégoli sendromu, genellikle algılanan sapık olan birinin görünüşlerini defalarca değiştirdiği inanç gibi ya da intermetamorfoz birinin başka bir kişiye dönüştüğü inancı.

 

 Kanıtlar paramnezilerin sıklıkla beynin sağ hemisferine zarar verdiği yönündedir. Ardila, diğer sanrısal kimlik sendromlarının daha çok psikolojik bir nedene sahip olabileceğini öne sürmektedir.

 

 

Somatoparafreni

 İlk olarak 1942'de tarif edilen bu sendromlu hastalar, beyninde zarara uğradıkları yere vücudunun karşı tarafında bir veya daha fazla uzuvlarına sahip olmayı reddederler.Sendrom, anosognosia olarak bilinen bir başka sendromla birlikte yaşama eğilimindedir, bu da bir uzvun felcine girmesi gibi bir bozukluğun reddi anlamına gelir.Somatoparafreni, kendi uzuv bilincinin eksikliği olan hemiasomatognosia'nın daha aşırı bir versiyonu olarak da görülebilir. Somatoparafreni olan hastalar, etkilenen bir uzvu aynada gördükleri zaman fark edebilirler. Ardila, beyindeki birden fazla bölgeye lezyonlarla ilişkili olan durumun az anlaşıldığını ve kısmen nörolojik olarak psikiyatrik bir durum (bir sanrı biçimi) olabileceğini söylüyor. Bu bağlamda, somatoparafreninin analizi, psikozun nörolojik üsleri hakkında daha fazla anlaşmamıza katkıda bulunabilir diye düşünülüyor.
 

 

İlişkilere Zarar Veren Savunma Mekanizmaları

Çeviren: Kardelen Yöğen, ErvaKaygun, Ebrar Özdemir, Şevval Özkaya

September 04, 2018

Metnin aslı: https://www.psychologytoday.com/us/blog/fulfillment-any-age/201806/the-defense-mechanism-most-toxic-your-relationship

 Anksiyeteyi engelleme açısından, tecrübeli, alışılagelmiş bir savunma mekanizmasını yenmek zor olabilir. Eğer önem verdiğiniz birine öfkeliyseniz, “yer değiştirme”(displacement) duygularınızı daha güvenli bir hedefe yönlendirmenize izin verecektir. Bu tıpkı kaldırımda önünüze çıkan küçük bir taşa tekme atmak gibidir. Eğer düşünmeden duramadığınız pahalı bir mücevher varsa, fakat onu almaya gücünüz yetmiyorsa, “bastırma”(repression) mücevheri bilincinizden atmaya yardımcı olacaktır. Savunma mekanizmaları ölçülü kullanıldığında fazlasıyla adaptif olabilecek sayısız farklı yolu vardır. 

 

   Savunma mekanizmaları,özellikle ilişkilerde, yanlış kullanılması durumunda talihsiz bir sonuç yaratabilir. Partneriniz saptırılmış/kaydırılmış öfkenizin hedefi olmaktan veya hoşunuza gitmeyen ev işlerini bastırmanızdan hoşlanmayacaktır.Fakat bu savunma mekanizmalarının aşağı yukarı optimal seviyeden az kullanımı durumunda biri özellikle zehirli olarak öne çıkıyor: “Yansıtma” (Projection) savunma mekanizmasında, bilinçsiz anksiyete ve kaygılarınızı bir başka insan üzerinde nitelendiriyorsunuz. Daha sonra ise doğal olarak, bu insandan kendinizde reddettiğiniz ama sizinle aynı olan duygu ve düşünceleri paylaştığı için rahatsız oluyorsunuz.

 

 Sosyal algı üzerine yapılan yeni araştırmalar, yansıtmanın - empatinin ne olması gerektiğini, eşinizin başı dertte ise endişe duyulmayan bir eksikliğe dönüştürebileceğini gösteriyor.  Tel Aviv Üniversitesi'nden Nili Ben-Avi ve arkadaşları tarafından yapılan stres zihniyetleri üzerine yapılan bir araştırma, strese karşı kendi tavrınız sizi açıkça zorlanan bir insana alışkanlık kazandırmazsa ne olduğunu gösterir. Bir tür stres zihniyetinde ya da hayatınızdaki stresli olaylara karşı olan tavrınızda, canlandırıcı olmak için baskı görürsünüz ve diğer yandan, bunu zayıflatıcı bulursunuz.İsrailli araştırmacılar, hayatınızdaki stresi algılayış şeklinizin diğer insanların algılayış şeklini etkileyeceğine inanmaktadır.Mesela stresi, her ne pahasına olursa olsun kaçınılması gereken bir düşünce çerçevesi olarak görüyorsanız, aynı zamanda aşırı çalışan ortağınızın farklı bir iş bulması gerektiğini veya en azından akşam ve hafta sonu saatlerinde herhangi bir işten uzak kalmasını sağlayacağını düşünürsünüz.

 

 Ben-Avi ve meslektaşları deneysel bir sosyal psikolojik yaklaşımı benimsiyorlar, yani “savunma mekanizmalarını’’, psikodinamik yönelimli teorisyenler gibi aynı bilinçdışı sürücülere sahip olduklarını söylemiyorlar. Yine de “sosyal yansıtma” fikri, bu tanımdan da görebileceğiniz gibi klasik savunma mekanizması yaklaşımına uymaktadır: İnsanlar hedeflerin düşüncelerini, duygularını veya davranışlarını değerlendirmeye çalıştıklarında genellikle kendi ilgili durumlarını yansıtırlar, böylece yanlış sosyal yargılara ulaşırlar.

 

 İsrailli araştırmacıların çalışmaları gösterdi ki strese pozitif bakış açısıyla yaklaşan zihniyetlerin simgesel bir hedefi tükenmişliğin -tükenmişlikle gelen sağlığa olumsuz etkiler de dahil- olumsuz etkileriyle bağlantılı bir durum olarak görme eğilimi daha düşüktür. Ayrıca bu insanların strese maruz kalan hedefin, stres yaşadığı zaman dilimi boyunca “evlerinde kalmaları gerektiği” fikrine de sahip olma olasılıkları daha azdır. (Presenteeis: Hasta olduğu halde işinin başında bulunma durumu.)Çalışmaya katılan katılımcıların strese bakış açılarının, çalışmaya katılan diğer kurgusal çalışanlar hakkında kişisel kararlar vermelerini etkilediği de görüldü. Stresle başa çıkabilecek zihniyetteki çalışanların,  potansiyel olarak stresten muzdarip olmayacaklarını ve bu zihniyete sahip olmayanların ise terfiyi hak etmediklerine inandıkları görüldü.

Çalışmanın yönetenleri tarafından katılımcılara hayatlarında fazla çalıştıkları ve ya tam tersi çok enerjik oldukları bir dönemi düşünmelerini istenerek uygulanmak istenen ve bir deneysel manipülasyon çeşidi olan, katılımcılara stresi iki farklı şekilde algılama zihniyetine “hazırlama”gerçekleştirildi. Bu metot stresi, algılama şeklinin şekillendirilebilir olduğunu gösterdi. Strese karşı bağışıklık geliştirebilen zihniyetler, hedefleri daha iyi tecrübe edebiliyor ve böylece stresle başa çıkarken dışarıdan yardıma daha az ihtiyaç duyuyorlar. Ayrıca bu zihniyete sahip bireyler hedeflerin iş hayatlarında terfi durumlarını daha yüksek görüyorlar. Yazarın da özetlediği gibi stresin kişiler arası uygulamalarda arttığı fikrinin hem karanlık hem de aydınlık bir tarafı bulunmakta. Karanlık taraf şu ki stresin kendimiz için iyi olduğuna inandığımızda, başkaları için de iyi olduğuna inanacak ve tükenmişliğin eşiğindeki birine yardımda bulunma ihtimalimiz azalacaktır. Öte yandan, aydınlık taraf olarak, yüksek seviye stresi kontrol edebilen insanları idrak etmek onların stresle ne kadar iyi başa çıkabildiklerini görmemizi sağlayarak onlara daha fazla sorumluluk (ve belki de terfi) verme ihtimalimizi arttıracaktır.

 

  İlişkiler açısından, İsrail’de yapılan çalışmaların bulguları sonucu “yansıtmanın” sadece psikanalistin kanepesinden kalan teorik bir kavram olmadığını öne sürmektedir. İnsanlar kendi tercihleri, öz değerlendirmeleri ve tutumları temelinde başkalarını yargılarlar. Sonuç olarak, iş veya aile yükümlülükleri hayatı zorlaştırdığı zaman, partnerinizi destekleyip sevildiğini hissetmesine yardımcı olacak olan empati kurma zor hale gelir.

 

 Yansıtmanın üstesinden gelmek için kendinizi partnerinize karşı hissedebilirsiniz, Ben-Avi ve arkadaşlarının oyun kitabından bir sayfa alın ve en son partnerinizin duygularını hissettiğiniz gibi hissetmeyi anımsamaya çalışın. Muhtemelen partneriniz ne yazık ki alaycı şakalara aşırı duyarlı görünüyor olmalı. Alaycı olmaya karşı bir eğiliminiz varsa, partnerinizin hassasiyeti çok aşırı olabilir.Benzer bir şekilde alay hedefi olduğunuz bir zamanı hatırlamaya çalışın. Bu alay gerçekten sizi incitti mi? Sadece bu olayı hatırlamak, dünyayı partnerinizin kendi gözlerinden görmenize izin verebilir. Bu alıştırma, sizin olduğunu düşündüğünüz gibi alay edilmeye dirençli olmadığınızı görmenize de yardımcı olabilir.

 

 Uzun süreli ilişkilerde mutluluk, bir çok yönüyle kişinin kendi arzularını partnerine dayatmaktan vazgeçmesiyle bağlantılıdır. Bu bağlamda ’’yansıtma’’ yöntemi, partnerler arası doğru iletişimi kurmaya yarayacak olan açık görüşlülüğün oluşmasını engelleyebilir. Basit bir öz-denetim, kişinin yansıtma batağına düşmesini engellerken zamanla ilişkinin çok daha tatmin edici bir hale gelmesini sağlayacaktır.
 

Aynalar Hayvan Zihinleri Hakkında Bize Neler Anlatıyor?

Çeviri: Kardelen Yöyen, Erva Kaygun, Şevval Özkaya,Ebrar Özdemir

May 10, 2018

Metnin aslı: https://www.theatlantic.com/science/archive/2017/02/what-do-animals-see-in-the-mirror/516348/

 

  Birkaç hafta önce, The Guardian'daki bir editör, bir su kütlesindeki yansımasına bakan kel kartal görüntüsünü tweetledi. Bir kartalın kendisine sert bir bakış attığı bu fotoğrafın üstüne son zamanlarda haberlerde yer alan herhangi bir şeyin metaforu değil diye yazdı.

 

  Bu Atlantik'teki iş arkadaşlarımdan birini şu soruyu sormaya teşvik etti:" Kartallar, kendi yansımalarını tanıyabilecek kadar kabiliyetliler midir?

 

Pekala.

 

  1838 Martında, genç ve az bilinen biyolog Charles Darwin de aynı soruyu sormuştu. Londra Hayvanat Bahçesi ziyaretinde, Jenny adlı bir orangutanın kafesine adım atmış ve Jenny bir aynayla oynarken hayretler içinde onu izlemişti.

Jenny aynayı inceledi, öptü, yüz şekilleri yaptı ve yaklaşırken vücudunu kıvırdı. Jenny aynada ne görmüştü? Kendisini tanıyabilmiş miydi? Ve belki de en önemlisi, bunu nasıl söyleyebiliriz?

 

  Psikolog Gordon Gallup Jr. bir asırdan fazla bir süre sonra  bir yol ortaya attı. 1970 yılında, aynaya alıştırılmış 4 esir şempanzeyi  anestezi ile uyuttu ve kaşlarına kırmızı boya dokundurdu.  Tekrar ayna karşısına geçtiklerinde ve yansımalarını yakaladıklarında, tam olarak insanların yapacağını yaptılar- suratlarına bakakaldılar ve kaşlarına dokundular. Maymunlar, tersine, kırmızı damgalı yüzlerine hiçbir harekette bulunmadılar. Yani Gallup 'maymunlar kendilerini aynada tanıyamadılar' sonucunu çıkardı. Fakat şempanzeler tanıyabildi.

 

  Gallup’a göre birinin yansımasını tanıması, ileri bir zihin gücünün gerekliliğini gösterebilir. Dahası, birinin ayna görüntüsündeki  ben-tanısı 'kendi kavramını' gösterir, bu veriler de insan dışı formlarda 'ben kavramının'  ilk deneysel ispatı gibi nitelendirilebilir.

  Gallup'un ayna testi, hayvan zekası araştırmalarındaki en meşhur ve tartışmalı tekniklerden biridir. Bu test farklı onlarca türde aynı koşullarda uygulanmıştır. Eğer bir hayvan vücudundaki işareti yoklarsa (yansımadaki değil), ve eğer işaretli alanla normalden daha fazla etkileşime geçerse, testi geçer. En sonunda, bu 'kendini tanımanın' işaretidir. Bu çalışmalar, hayvanların 'benlik duygusuna’ -kendi bedeni veya görünüşünün zihinsel temsiline- sahip olduğunu destekler. Muhtemelen, Gallup'un da defalarca tartıştığı gibi, bu  'öz farkındalığı' işaret eder.

 

Video için: https://www.youtube.com/watch?time_continue=3&v=Okmkn30D0NU

 

  Bazı hayvan türleri test üzerinde tutarsız performans sergiler. Şempanzeler ve orangutanlar net bir şekilde geçmiştir ama her zaman değil. Happy isimli bir asya fili 2006 da gerçekten büyük bir aynaya bakarak  kendi gövdesi ile kafasındaki bir işareti inceledi ve testi geçti, fakat diğer iki fil başarısız oldu.

İddiaya göre katil balinalar ve şişe burunlu yunuslar da testi geçmeyi başarmışlardır fakat onlar maymunlara ve fillere göre daha az beceriklilerdir.

Ayrıca maymunların Gallup’un ufuk açıcı çalışmasıyla başlayan ve on yıllarca devam eden korkunç bir sicili de var. (hilebaz maymun vakası önemli bir örnektir.)

Fakat 2010 yılında Wisconsin-Madison Üniversitesi'nden Abigail Rajala, ilgisiz deneylerin bir parçası olarak kafa implantları ile donatılmış laboratuvar maymunlarının bir kısmının kendilerini aynada kontrol ettiklerini fark etti.

 

  Aynı maymunlar daha önce bir işaret testinde başarısız olmuştu ama şimdi onlar garip bir şekilde  kafatası süslerini inceliyorlardı. Daha sonrasında cinsel organları gibi vücutlarının görünmeyen kısımlarını bile incelemeye başladılar. Rajana ve meslektaşlarına bu konuyla ilgili ‘ Bu hayvanların kendilerinin farkında olduğunu objektif olarak iddia edemeyiz, tüm parçalar bunu önermek için var’ demiştir.

 

Video için: https://www.youtube.com/watch?time_continue=2&v=w4nM4Gd7ybg

 

  Tüm bu çalışmalar Gallup’ı ikna etmemişti. Gallup maymunların, testlerden geçemeseler dahi,aynaları kullanarak gizlenmiş objeleri tespit edebileceklerini savunuyordu. Yansımaları, kendilerini fark edemeseler de anlayabiliyorlardı. Test sırasında kafalarına takılmış aletler olduğunu düşünürsek ,belki de dikkatlerini sadece kafalarındaki bu ağırlığını hissettikleri ama göremedikleri şeylere verdikleri için değerlendirme yapmaları zorlaşıyordu.

 

  Ayna testin hayvanlar aleminin bu entellektüel kesimi üzerinde başarısız olması insanlar üzerinde başarısızlıkla sonuçlanması kadar şaşırtıcı karşılanmadı. Bir çok psikolog 18-24 ay arası çocukların büyük bir çoğunluğunun testi geçebileceğini varsayıyordu .Ancak yapılan çalışmalar bunun yalnızca Batı ülkeleri için geçerli olabileceğini gösteriyor. Simon Fraser Üniversitesinden Tanya Broesch araştırmaları sonucunda,82 Kenyalı çocuktan yalnızca 2 sinin ayna testinden geçebildiğini gösterdi.Aynalar elbette Kenya’da da mevcut ancak Kenya’daki bir ev için, Amerika’da olduğu gibi her evde bulunması gereken eşyalar değiller.Bu yüzden çocukların çoğu -hatta aralarında 6 yaşı geçenler dahi- aynadaki yansımalarına bakakalıp, alınlarındaki ize dokunma girişiminde bulunmuyorlardı.

  

  Broesch ve konu üzerine araştırma yapan diğer araştırmacılar,Fiji,Peru ve Zambia gibi batı dışındaki diğer ülkelerde de benzer sonuçlara ulaştılar. Oysa bu insanlar da ,testten geçemedikleri halde,kendi varlıklarının farkındalardı.O halde test gerçekte neyi ölçüyordu? Örneğin Broesch’ın belirttiğine göre Kenyalı çocuklar aynadaki yansımalarını farkediyor ancak yansımalarına karşı hangi tepkide bulunacaklarını bilmiyor görünüyorlardı. Bu durum şu şekilde açıklanabilir; Batı ülkelerinde çocuklar, küçük ve kırsal yerlerde büyüyenlerden farklı olarak, aktif katılım ile öğrenmeye teşvik ediliyorken diğer küçük topluluklarda ise çocuklar öğrenmeyi taklit etme ve gözlemleme ile gerçekleştirme eğilimindelerdir. Bu nedenle aynaya yansıyan işaretli yüzlerini gördüklerinde, bu işaretin bir yetişkin tarafından kendisine konulduğunu ve belli bir amaca hizmet edebileceklerini düşünürler ve işarete dokunmaya ya da işareti silmeye yönelik davranışlardan kaçınırlar.

 

  Ayna testinde başarısız olan diğer türler için de benzer açıklamalar sunabiliriz. Bazı goriller testte başarısız olmuşlardır fakat doğrudan göz temasında bulunmak goril topluluğu için tehdit sayılır. Köpekler başarısız olmuştur fakat köpekler koku duyusunun görselden daha önemli olduğu bir dünyada yaşıyorlar. Bu hayvanlar, aynada bir iz gördükten sonra, işareti hiç algılamayabilir, ne yapılacağını bilemeyebilir, umurunda olmayabilir.

 

  Ayna testinin bize söylediği şey, şempanzelerin ve orangutanın, empati kurabileceği ve kolayca yorumlayabileceği bir şekilde, belirgin yansımalara tepki göstermesidir.

Belki de testi uygulayan insanlar hakkında, test edilmekte olan insanlardan (veya hayvanlardan) daha fazla bahseder.

 

  Debby Kelly’ e göre, Ayna testinin ikili doğası ( geçiyorsunuz ya da başarısız oluyorsunuz) aynı zamanda bir sorundur, çünkü kendini tanıma tümüyle var olduğunu ya da hiç olmadığını varsayar.

 

  Bir türün sıralama yapması mümkündür. Mesela Clark’ın fındıkkıranlarını ele alalım.  Vahşi doğada bu hayvanlar fındıkları gömüyorlar fakat başka bir fındıkkıran tarafından izlendiklerini bildiklerinde kendilerini hemen dizginliyorlar. Geçen yıl Kelly'nin onları açık bir aynaya yerleştirdiği zamanki durum buydu: yansımayı bir tüfek ve potansiyel hırsız olarak gördüler ve fındıklarını gömmekten kaçındılar.

Ama Kelly onlara buzlu ve bulanık bir ayna verdiğinde, özgürce gömdüler.

Fındıkkıranlar normal bir ayna ile karşılaştıklarında başarısız oldular, ancak bulanık bir ayna karşısında testi şekilde geçmeleri daha olasıydı.

 

  Kelly; bulanık aynaya baktığında, kuşların kendilerini hareket ve gölgeleriyle tanıyacaklarını savundu. Ama açık bir aynaya baktıklarında, bu ayna onlara kendi vücutları hakkında tanımadıkları, çok yabancı özellikleri de gösterir. Hepsinden önce, bu tarz yüzeyler doğada nadir olarak bulunur. Fındıkkıranların karşılaştığı yansıtıcı yüzey çeşitleri, bulanık aynaya daha benzer: göllerin, akarsuların veya su birikintilerinin yüzeyleri gibi.Kartallara dönecek olursak; Kartallar kendi yansımalarını tanıyacak kadar zeki mi? Dünyevi olarak bir fikrimiz yok.

 

  Frans de Waal'ı yorumlayacak olursak, hayvanların ne kadar akıllı olduklarını bilecek kadar zeki değiliz ve daha iyi öz farkındalık ve kendini tanıma testlerine ihtiyacımız var.Kartallar kendi tanıdığı yüzüne ya da rakip olarak algıladığı yüze bakıyor olabilir.

Başlangıçta meslektaşımı cevapladığımda, kartallar bir şeyi avlamak ya da yemlemek için bakınıyor dedim, ki bu da haberlerde yer alan herhangi bir şeyin metaforu değildir. Bu bir şakaydı ama aynı zamanda ayna testiyle alakalı tüm tartışmayı belirtti. Kısacası bu durum biraz da hayvanların aynada yansıdığıyla ilgili ve aynı zamanda kendimizi aynadaki yansımamızda nasıl gördüğümüzle ilgili.

Esneme Neden Bulaşıcıdır?

Çeviri:Semih Erenoğlu

May 10, 2018

Metnin aslı:  https://www.psychologytoday.com/us/blog/neurologic/201601/why-is-yawning-contagious

Sanılanın aksine esneme bir efsaneden ibaret değil, hepimizin yaşadığı bu durum oldukça gerçek ve bilimsel olarak ispat edilebilir. Bir başkasının esnediğini gördüğümüzde biz de esneriz. Aslına bakılırsa bizi esnemeye iten esnerken çıkan sestir. Görünüşte oldukça basit olan bu eylem türler arasında bile bulaşıcı bir şekilde yayılır. Yapılan araştırmalarda diğer primatların esnediği videoları izleyen şempanzelerin de esnemeye başladığı görülmüştür. Bir

başka araştırmada ise köpeklerin de aynı şekilde bulaşıcı esneme durumuyla karşılaştığı hatta bir insanın esnemesine karşılık olarak dahi esnedikleri ortaya çıkmıştır. Şu an bu makaleyi okurken siz de esniyor olabilirsiniz ve bunun sebebi büyük ihtimalle sizin uykulu veya sıkılmış olmanız -umarım sıkılmamışsınızdır!- değil.Peki ya neden? Neden esnemek bulaşıcı bir eylem?

 

  2013 yılında Zürih’teki bilim insanları fMRI’a bağlı olan 11 gönüllüye belirli videolar izlettiler. (fMRI / eş zamanlı olarak beyin aktivitesini izlemeye yarayan bir yöntem.) Videolarda esneyen, gülümseyen ya da herhangi bir ifadesi olmayan insanlar gösterildi. Araştırma sonucunda araştırmacıların da beklediği gibi deneklerin yarısından fazlası esneme eylemine tepki olarak esnedi. Ayrıca yine beklenildiği gibi katılımcılar esnemeye verdikleri tepki kadar bir tepkiyi gülümseyen ya da ifadesiz suratlara vermedi. fMRI sonuçları oldukça etkileyiciydi, denekler “bulaşıcı esneme” durumunu deneyimledikçe inferior frontal girusun’da bir fMRI sinyali parlıyordu. (eng: inferior frontal gyrus / eylemin zihinsel temsilinin yaratılmasına yardımcı olan, ayna nöron ağının parçası olduğunu bildiğimiz bir alan.) Esneme durumunun aksine, denekler gülümseyen veya ifadesiz suratlar gördüklerinle ayna sisteminde (mirror system) herhangi bir hareketlenme görülmedi.

 

 Bilim insanlarının oluşturduğu teoriye göre bizler bir başkasını esnerken izlediğimizde ayna nöronlar zihinlerimizde aktivitenin taklidini yaparlar. Bu taklit sonucu davranışlarımız değişebilir. Zihinsel imgelemeyi kullanarak zihninizde esnemeyi taklit edin. İyice odaklanın. Büyük ihtimalle kendinizi esnerken bulacaksınız. Benzer şekilde gözlemlenen bir esnemenin taklit edilmesi ayna nöronlar sebebiyle bizi esnetecektir, bu şekilde gördüğümüz bir durumu taklit etmiş oluruz.

 

 Esmenin ciddi bir bilimsel sorgunun hedefi haline gelmesi saçma gözükebilir. İç görüden yoksun olmayan bu araştırma aslında görünüşte anlamsız olan esneme davranışı ve insan doğasının temel bileşenleri arasında bir takım olası bağlantıları su yüzeyine çıkardı.

 

  Esneme durumunu her gözlemleyişimizde sonsuz bir esneme zincirine girmeyiz. Yaşanan imitasyon bazı durumlarda diğer durumlara kıyasen daha fazla olur. Aşağıdaki araştırmaya

bakalım; İtalya'daki nörobilimciler hayvanat bahçesindeki geniş bir oyuk içerisinde yaşayan 21 kişilik bir babun grubu üzerinde 4 ay boyunca çalıştı. Bu 4 ay içersinde araştırmacılar günlük olarak sabah 6’dan akşam 10’ kadar babunları gözlemledi ve babunların şahit oldukları esnemeleri, kesin esnemiş olan maymunu ve esnemenin gerçekleştiği saati kaydetti. Ayrıca hayvanların sergilemiş olduğu uyuma, yürüme, beslenme ve tımarlanma (hayvanın kendisini

temizlemesi) gibi diğer birçok davranışı da not ettiler. Nörobilimciler babunların arasındaki etkileşimin esneme modellerini nasıl etkilediğini merak ediyordu.

 

  Babunların birbirlerini tımarladığı süre zarfı içersinde diğer faaliyetlerine kıyasen bulaşıcı esneme durumunun daha sık görüldüğü ortaya çıktı. Hayvanlar arası yakınlık bağı etkisi deneyciler tarafından kontrol altına alındığında dahi hayvanlar tarafından bu eğilim sürdürüldü. Öyleyse sadece birinin diğerinin yanında olmasının ötesinde karşılıklı tımarlama davranışı da esnemenin yayılmasına sebep oluyordu. Çıkarılan bu sonuç oldukça önemli çünkü primatlar arasındaki tımarlama davranışı pratikten ziyade sevecen sosyal ilişkilerin bir gösterimidir. Babunlar karşı tarafa yakınlık duyduğu zaman birbirlerini tımarlama davranışını sergiler. Ne kadar fazla tımarlama varsa yakınlık hissi de o kadar fazladır. Ne kadar fazla yakın hissederlerse esnemeleri o kadar bulaşıcı hale gelir. Eğer bu araştırmanın sonuçları bir doğruluk ve kesinlik bildiriyorsa şu sonuca varabiliriz:“Duygusal yakınlık bulaşıcı esnemenin gerçekleşme olasılığı ile doğrudan ilişkilidir.”

Bu ne anlama geliyor?

 

Biyolojik açıklamaya bakılırsa muhtemelen ayna nöronlar esnemenin yayılmasında bir etkiye sahip. Eğer bu doğruysa ve sosyal yakınlık esnemeyi daha bulaşıcı bir hale getiriyorsa sosyal yakınlığın ayna nöronların aktivesi ile bağlantılı olduğu sonucu ortaya çıkar. Günümüzde birçok nörobilimci ayna nöronların aracılığıyla bir başkasının yaptığını taklit etmenin karşı tarafın ne deneyimlediğini anlama ve deneyimleme konusunda yardımcı olduğuna inanıyor. Bu taklit kişinin çevresindeki bireylerin hislerini, davranışlarını

 anlayabileceğimiz bir bağ oluşturma konusunda bizlere rehberlik ediyor. Kısacası, primatların sosyal ilişkileri ve esneme davranışı arasındaki ortaklık, ayna nöronların empati duygusu için temel oluşturduğunu iddia eden bir araştırma bütünü için büyük bir katkıda bulunur.

Yaşayan En İyi On Kadın Psikolog

Çeviri: Ebrar Özdemir

March 07, 2018

Bu yazı ‘The 50  Most Influential Living Psychologist in the World’ metninden, sadece kadın psikologlar baz alınarak çevrilmiştir. Metnin Aslı için tıklayınız.

1) Lisa Feldman Barrett- Biyolojik Psikoloji

Barrett, 1963’te Kanada’nın ikinci büyük şehri olan ve Ontario eyaletinin merkezi olan Toronto’da dünyaya gelmiştir. Lisans eğitimini Toronto Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Klinik psikoloji üzerine yaptığı doktorasını ise Ontario’da bulunan Waterloo Üniversitesi’nde tamamlamıştır.  Halen Northeastern Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan Barrett, aynı zamanda Disiplinlerarası Duyuşsal Bilim Laboratuvarı’nın başkanlığını sürdürüyor (DDBL).

Profesyonel çalışmaları her zaman, biyolojik ve bilişsel açıdan duygular üzerine olmuştur. Bununla birlikte, Barrett bu listede yer alan birkaç psikolog gibi, zihni incelemek için disiplinlerarası çabaların değerini görmeye başlamıştır.

 

DDBL kendini sosyal psikoloji, psikofizyoloji, bilişsel bilim, psikolojik dilbilim ve sinirbilim alt alanlarının kavşağında konumlandırır.

 

DDBL, sosyal psikoloji, psikofizyoloji, bilişsel bilim, psikolinguistik ve nörobilim alt alanlarının kesiştiği noktada yer alırken, etnoloji ve felsefe gibi insancıl alanlardan ilham alıyor. Barrett duyguların derinden incelenmesi için yeni yöntemler geliştirmeye dahil olmuştur. Özellikle günlük yaşamın kalitesini ölçmek için ‘deneyim örnekleme yöntemi’ onun için vazgeçilmez olmuştur. Ayrıca DDBL en yeni yüksek teknoloji ürünü olan beyin görüntüleme tekniklerini kullanmaktadır.

 

200’den fazla hakemli makale ve yarım düzine kitap ile birlikte Barrett, 2005 yılında Amerikan Psikoloji Derneği ve 2008 yılında Amerikan Bilim Geliştirme Derneği’ne üyeliği sonucunda geniş bir üne sahip olmuştur.

Seçilmiş Kitaplar

  • Duyguda Bilgelik: Duygusal Zekada Psikolojik Süreçler (2.ed. Guilford Press,2002)

  • Duygu ve Bilinç (Guilford Press,2007)

  • Duyguların Psikolojik Yapısı (Guilford Press,2014)

  • Duyguların El Kitabı (ed. Guilford Press,2016)

  • Duygular Nasıl Yapılır: Beynin Gizli Yaşamı (Houghton Mifflin Harcourt,2017)

2) Leda Cosmides- Evrim Psikolojisi

Cosmides 1957 yılında Pensilvanya’da doğmuştur.1979 yılında Radcliffe Üniversitesi’nden mezun olmuş ve 1985 yılında Hardvard Üniversitesi’nde doktorasını yapmıştır.

 

Harvard'da ünlü evrimci Robert L. Trivers ile yakından çalışmıştır. Şuan Santa Barbara Kaliforniya Üniversitesi'nde Psikolojik ve Beyin Bilimleri Bölümü'nde profesördür. Kariyeri boyunca kocası antropolog John Tooby ile ortaklaşa çalışan Cosmides, evrimsel psikoloji olarak bilinen alt disiplinin kurucularından biridir.

 

Evrimsel psikoloji bilişsel bilimi, insan evrimini, avcı toplayıcı çalışmaları, nörobilim, psikoloji ve evrimsel biyoloji ile birlikte, insan aklının ve beyninin haritasını anlamaya ve haritalamaya çalışır.

 

Araştırmalarını oldukça geniş bir yelpazede yaparak; işbirliği ve koalisyon psikolojisinden olan tehdit yorumu, otizm, görsel dikkat, istatiksel akıl yürütme ve benzeri konuları evrimsel bir bakış açısıyla analiz etmiştir. Cosmides, böyle geniş bir ağı kullanmanın bir nedeninin, evrimsel analizlerin nasıl verimli olabileceğini göstermek olduğunu belirtmiştir.

 

Yaklaşık 90 hakemli dergi makalesinin yazarı veya ortak yazarıdır. Bunların yanı sıra adapte olmuş zihin alanında etkin bir eserin ortak editörüdür. Cosmides, Amerikan Psikoloji Derneği üyesidir ve 1998’de Amerikan Psikoloji Derneği tarafından G. Stanley salonu öğretim görevlisi olarak atanmıştır. Bunların yanı sıra birçok onur ödülünün sahibidir. Cosmides, John Tooby ile birlikte Santa Barbara’da bulunan Evrimsel Psikoloji Merkezi’ni kurmuştur.

Seçilmiş Kitaplar

  • Uyarlanmış Zihin: Evrimsel Psikoloji ve Kültür Nesli (Oxford Üniversitesi,1992)

  • Evrimsel Psikoloji Nedir (Yale Üniversitesi, 2005) 

 

3)Carol Gilligan- Gelişim Psikolojisi

Gilligan 1936 yılında New York’ta doğmuştur. 1958 yılında Swarthmore Üniversitesi'nden İngiliz edebiyatı lisansını, 1961 yılında Radcliffe Üniversitesi'nden klinik psikoloji yüksek lisansını ve 1964 yılında Harvard Üniversitesi'nden sosyal psikoloji yüksek lisansını almıştır. Şuanda New York Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde Beşeri Bilimler ve Uygulamalı Psikoloji Profesörü ve aynı zamanda Hukuk Fakültesi'nde üniversite profesörü olarak görev yapmaktadır.

 

Chicago Üniversitesinde birkaç yıl öğretim yaptıktan sonra, 1971 yılında Harvard Üniversitesi Eğitim Enstitüsü’ne Doçent olarak dönmüştür. Orada, gelişim psikologları Erik Erikson ve Lawrence Kohlberg ile yakın işbirliği yapmıştır. Ancak kısa süre sonra, Kohlberg'in erkek denekler üzerinde yapılan araştırmalara dayanan ahlaki gelişim evreleri kuramından hoşnut kalmamıştır. Gilligan kız ve kadınların farklı bir yol ile ahlaki olgunluğa ulaştığını hissetmiş; daha da önemlisi, kadınların genel olarak ahlaki kararlarının erkekler tarafından daha “farklı bir sesle” gerçekleştiğini savunmuştur. Fikirlerini geliştirirken, erkek ahlakını ele alırken birincil kurallı temele dayanarak karakterize etmiş; hak ve görevlerin birincil taşıyıcısı olan bireye odaklanmıştır. Kadınlarda ise, empati ve şefkat ile ilgili ihtiyaçları, ilişkileri ve grup çıkarları odaklı bir ‘bakım perspektifi’ kullanarak ahlaki gerekçeler düzenlemiştir. Gilligan’ın 1982’de ‘Kadının Farklı Sesi’ adlı kitabında yayınlanan çalışmaları daha sonrasında onun tarafından geliştirilmeye devam edilmiştir

 

Gilligan’ın fikirleri son derecede etkili olmuştur fakat tabi ki eleştiriden uzak kalmamıştır. Bazı eleştirmenler eserinin yeterli deneysel kanıtlardan yoksun olduğunu iddia etmişler ve bir taraftan esasçılıkla suçlamışlardır. Gilligan, 100 hakemli makalenin, 9 akademik kitabın ve bir romanın yazarı, ortak yazarı veya editörlüğünü yapmıştır. Bunların yanı sıra sayısız ödülün de sahibidir.

Seçilmiş Kitaplar

   •   Farklı Bir sesle: Psikolojik Teori ve Kadın Gelişimi (Harvard University Press,1982)

   •   Etik Alan Haritalama: Kadın Düşüncesinin Psikolojik Teorisi ve Eğitime Katkısı (Harvard            University Press,1989)   

  • Kadın Psikolojisi ve Kızların Gelişimi (Harvard University Press,1992)

  • Ses ve Sessizlik Arasında: Kadınlar ve Kızlar, Irk ve İlişkiler (Harvard University Press,1997)

  • Zevkin Doğuşu: Aşkın Yeni Haritası (Knopf,2002)

  • Kyra: Bir Roman(Random House,2008)

  • Derinleşen Karanlık: Ataerkillik, Direniş ve Demokrasinin Geleceği (Cambridge University Prss,2009)

  • Direnişe Katılma (Polity Pres,2011)

  

4)Alison Gopnik-Gelişim Psikolojisi, Bilişsel Psikoloji

Gopnik 1955 yılında Pensilvanya’da dünyaya gelmiştir. 1975 yılında McGill Üniversitesi'nden psikoloji ve felsefe lisansını ve 1980 yılında ise Oxford Üniversitesi'nden deneysel psikoloji doktorasını almıştır. Şuanda Kaliforniya Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörüdür.

 

Gopnik, gelişim psikolojisi ve bilişsel bilimler üzerine çalışmıştır. Özellikle, kariyerinin erken dönemlerinde; bebeklerin, çevrelerindeki dünyayla başarılı bir şekilde etkileşim kurmayı öğrenecek şekilde geliştirmeye çalıştığı matematiksel modellerin; Bayesian şebekelerine benzer bir grafik teorisinin olasılık teorisine uygulanmış olduğunu belirtmiştir. Bu, en azından iki nedenden ötürü son derece önemli bir gözlemdi:

 

Birincisi;Bayesian ağlarının gerçekten bilimsel akıl yürütme hakkında önemli bir şey yakalamış olduğuna dair birtakım deneysel doğrulama sağladı, ve ikincisi; bebeklerin bu tür deliller olmadığı halde hayal edebileceğinden çok daha sofistike keşif yöntemleri kullanabilecek durumda olduklarını güçlü bir şekilde gösterdi.

 

Gopnik' in 2009’da yazdığı, bunları ve daha birçok bulguyu popüler bir kitleye bildiren geniş kapsamlı ‘Felsefi Bebek’ adlı bir kitabı vardır.

 

Gopnik altı hakemli derginin yazarı olmakla beraber altı kitabın da yazarı veya ortak yazarıdır. 2013 yılında birçok ödül, hibe, burs, ders verme ve onursal derece alan Gopnik, Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi Üyesi olarak seçilmiştir.

 

Seçilmiş Kitaplar

• Sözler ,Düşünceler ve Teoriler (MIT Press, 1996)

• Beşikteki Bilim İnsanı: Erken Öğrenmenin Zihin Hakkında Bize Açıkladığı Nedir? (William           Morrow, 1999)   

• Bebekler Nasıl Düşünür: Çocukluk Bilimi (Weidenfeld and Nicolson, 2000)

• Nedensel Öğrenme: Psikoloji, Felsefe ve Hesaplama (Oxford University Press, 2007)

• Felsefe Bebek: Çocukların Zihinleri Gerçeğe, Sevgiye ve Hayatın Anlamı Hakkında Anlatıyor    (Farrar, Straus ve Giroux, 2009)

• Bahçıvan ve Marangoz: Çocuk Gelişimi Biliminin Yeni Biliminin Bize Ebeveynler ve Çocuklar Arasındaki İlişki Hakkında Söylenmesi (Farrar, Straus ve Giroux, 2016)

 

5) Marsha M. Linehan -Kişilik Psikoloji, Klinik Psikoloji

Linehan 1943 yılında Oklahoma’da dünyaya gelmiştir. 1968 yılında Loyola Üniversitesi'nden psikoloji lisansını, 1971 yılında da aynı üniversiteden sosyal ve deneysel kişilik psikolojisi doktorasını almıştır. Halen Washington Üniversitesi'nde Psikoloji profesörü ve aynı zamanda Psikiyatri ve Davranış Bilimleri Profesörüdür. Üniversitenin Davranış Araştırma ve Terapi Klinikleri Direktörü olarak görev yapmaktadır.

 

Linehan' ın araştırmalarının birincil alanı Borderline (sınır) kişilik bozukluğu olmuştur. (BDP)Borderline kişilik bozukluğundan mustarip hastalar, son derece uçucu duygulara ve rahatsız edici düşüncelere sahiptirler. Borderline kişilik bozukluğuna göre bu hastalar tam anlamıyla şizofreniye geçiş yapmazlar, yani nevroz ve psikoz arasında bir ‘sınır çizgisi’ oluşturdukları fikrini sunarlar. Bunun yanı sıra bu bozukluk; klinik depresyon, bipolar bozukluk, kendine zarar verme, madde kullanımı ve intihar düşüncelerini içerir.

 

Linehan kendisinin bir ergen gibi oldukça sorunlu olduğunu ve BDP’ye maruz kaldığına inandığını, bununla beraber iki yıl boyunca zihinsel bir hastanede geçirdiğini ve daha sonra mevcut olan kaba tedavilere başvurduğunu açıklamıştır. Bu deneyim, kendi durumunu bilimsel olarak incelemek yönündeki kararlılığının köküne dayanmıştır.

 

Linehan kendisinin yaşadığı bu durumu yıllar sonra şu cümlelerle ifade etmiştir:

‘Cehennemdeydim… Ve bir yemin ettim: çıktıktan sonra, geri gelip başkalarını buradan çıkaracağım…’

 

Linehan başlangıçta Bilişsel-Davranışçı Terapiye başvurmuştur.(CBT) Hastaların çatışmalarını daha gerçekçi bir şekilde yeniden çerçevelemelerine yardım etmeyi vurgulamış, duygularını daha iyi gönüllü kontrol altına alacak kadar iyi bir ayrılma elde etmelerini sağlamaya çalışmıştır. Bununla birlikte, kısa sürede başka bir bileşene ihtiyaç duyulduğunu hissetmiştir - dini inanç. Linehan, Katolik inancının kendi nihai toparlanmasında da önemli bir rol oynadığı daima vurgulamıştır.

 

Zen Budizm’inin meditasyon uygulamaları üzerine yaptığı çalışmada, Hristiyan duası ile birçok özellik paylaştığı görmüştür; bu da, dünyaca ünlü haline geldiği ve " Diyalektik Davranış Terapisi’ ismini verdiği terapi yönteminin oluşmasına yol açmıştır. Bu unsurlar kendini ve insanın şimdiki gerçekliğini radikal bir şekilde kabul ediyordur. Bu iki özellik, kendi duygularını gelip giderken, hareket etmeden, gözlemlemenin yolunu oluşturur. Diyalektik teriminin kaynağı olan bir başka element ise düşünce ve davranışların zıt olarak karşılıklı yollar tarafından, çarpıtılmış düşüncelerin ve zarar verici duyguların dengelenmesidir.

 

Kanıta dayalı bir tedavi olduğundan dolayı diyalektik davranış terapisi, birçok uzman tarafından oldukça etkili bir yöntem olarak kabul görmüştür.

 

Linehan, yaklaşık 240 hakemli dergi makalesinin yazar veya ortak yazarıdır. Bunun yanı sıra birçoğu yabancı dillere tercüme edilmiş 7 kitabın da yazar veya ortak yazarıdır. Sayısız ödüle, bursa, onursal dereceye sahip olan Linehan, 2001 yılında Amerika Psikoloji Birliği üyesi olan bir Klinik Psikoloji Bilimi Topluluğu tarafından verilen Seçkin Bilim İnsanı Ödülü’nü almıştır.

 

Seçilmiş Kitaplar

• Borderline Kişilik Bozukluğunun Bilişsel Davranışsal Tedavisi (Guilford Press, 1993)

• Borderline Kişilik Bozukluğunun Tedavisine Yönelik Yetenek El Kitabı (Guilford Press,                1993; 2. Baskı 2014)

• İntihar Ergenleriyle Diyalektik Davranış Terapisi (Guilford Press, 2006

• Diyalektik Davranış Terapisi: Pratik Bir Kılavuz (Guilford Press, 2011)

• DBT® Becerileri Eğitim El Kitapları ve Çalışma Sayfası, İkinci Basım (Guilford Press,                 2014)

• DBT® Eylem Esasları: Kabul, Değişim ve Diyalektik (Guildford Press, 2016)

6)Elizabeth F. Loftus- Bilişsel Psikoloji

Loftus, 1944 yılında Los Angeles’ta doğmuştur. 1966 yılında lisans eğitimini Kaliforniya Üniversitesi’nden almış, matematik psikolojisi alanında ise hem yüksek lisansını hem de doktorasını Stanford Üniversitesi’nden tamamlamıştır. Halen Kaliforniya Üniversitesi’nde Sosyal Ekoloji alanında saygın bir profesördür ve burada Bilişsel Bilim Profesörü ve Hukuk Profesörü olarak atamalarda bulunmaktadır. Ayrıca Loftus, Öğrenme ve Hafıza Nörobiyolojisi Merkezi’nin bir üyesidir.

 

Loftus insan hafızası üzerine yoğunlaşmıştır. 1970'li yıllardan başlayarak, olayın ardından konuya verilen çelişik bilgiler ışığında son olayların hafızasındaki istikrarı ortaya çıkarmak için tasarlanmış bir dizi deney gerçekleştirmiştir. Ona göre, ‘Yanlış Bilgi Efekti’ olarak adlandırdığı bir fenomen sayesinde, insanları anılarının hatalı olduğuna ikna etmek kolaydır. Loftus, laboratuvar çalışmalarından genellediği sonuçlarla birlikte, insan belleğinin sürekli olarak yapılandırıldığı sonucuna varmıştır. Araştırmasının görgü tanığı ifadelerine yansımaları açık ve rahatsız edicidir. Loftus ve çalışmaları, 1990'ların başında, "Bastırılmış Hafıza" denilen olayla ilgili bir dizi dava vasıtasıyla bilirkişi ifadelerini sundular O zaman, travmatik olayların hafızasının bastırılması ve sadece yıllar sonra bile uzmanların sorgulanması fikri halkın hayal gücünü ele geçirmişti. Önemli vakalar arasında toplu çocuk tacizleri ve şeytan ritüeller de vardı.

 

Loftus, yanlış anıların insanların zihinlerine yerleştirildiğine ilişkin bulgularını açıklayarak, bu tür durumlarda haksız sanıklar için adaletin sağlanmasında önemli bir rol oynadı ve kitlesel histerinin bu rahatsız edici bölümünü yakın bir zamana getirdi.

 

Loftus, 600’e yakın hakemli makalenin ve 20 kitabın yazarı veya ortak yazarıdır. Birçok onursal ödüle layık görülen Loftus, Ulusal Bilimler Akademisi (NAS) ve Amerikan Sanat Bilimleri Akademisi’nin üyesidir.

Seçilmiş Kitaplar

•İnsan Belleği: Bilginin İşlenmesi (Erlbaum Associates, 1976)

•Bilişsel Süreçler (Prentice-Hall, 1979, 2. baskı, 1986)

•Görgü Şahitliği (Harvard Üniversitesi Yayınları, 1979, 2. baskı, 1996)

•Bellek: Nasıl Hatırladığımız ve Neden Unuttuğumuza Dair Şaşırtıcı Yeni Araştırmalar (Addison-Wesley, 1980)

•Psikoloji (Knopf, 1981, 5. baskı, 1999)

•Görgü tanıklığı-Psikolojik Perspektifler (Cambridge University Press, 1984)

•Görgü tanıklığı: Sivil ve Suçlu (Kluwer, 1987, 4. basım, 2008)

•Savunma Tanığı: Sanık, Görgü Tanıkları ve Belleği Duruşmaya Vardıracak Uzman (St. Martin's Press, 1991)

•Bastırılmış Hafıza Efsanesi (St. Martin's Press, 1994)

7)Elenaor H. Rosch- Bilişsel Psikoloji

Rosch 1938 yılında New York’ da doğmuştur. Reed Üniversitesi'nden Felsefe diplomasını ve Harvard Üniversitesi'nden bilişsel psikoloji doktorasını almıştır. Şu anda Kaliforniya Berkeley Üniversitesi'nde psikoloji profesörüdür.

 

Rosch, beynin dünya hakkındaki bilgileri nasıl organize ettiğini ve yapılandırdığını araştıran bilişsel bilim alanında çalışmaktadır. İnsanlarda, zihinsel sınıflandırmanın hem doğuştan (biyolojik) hem de edinilen (öğrenilmiş) yönlere sahip olduğunu söylemiştir.

 

Rosch, özellikle kategorileri karakterize etmek için prototiplere olan bağımlılığımız gibi deneysel temelli bazı katkılarla bilinir. Buradaki fikir, kategorinin sınırlarını çizmede daha merkezi bir rol olan, kategorideki belirli ögeleri vermek için doğuştan gelen bir eğilimimiz olduğu yönündedir. (Örneğin; kızıl gerdan ve devekuşu denildiğinde kızıl gerdanın kuş kategorisine daha çabuk sokulması eğilimimiz gibi)

 

Deneysel çalışmalarından elde edilen bir başka sonuç, hiyerarşik olarak cinsine göre sınıflandırılmış yapıların (örneğin, "sandalye / mobilya") rastgele olmadığı, ancak en temel unsurların alt tabakasından oluşturulduğu fikridir. Son olarak, Rosch, sınıflandırma fikrini felsefi bir seviyede açıklığa kavuşturmaya çalışan oldukça etkili teorik çalışmalar yapmıştır. Rosch, çalışmalarına iki temel ilke varsayarak başlamıştır: Birincisi, kategori sistemlerinin görevi, en az bilişsel çaba ile maksimum bilgi sağlamak; İkincisi, algılanan dünya keyfi veya öngörülemeyen nitelikler yerine yapılandırılmış bilgi olarak gelir. Bu iki temel ilkeyi bir argümanda kullanarak;  ‘Zihinsel kategoriler, algılanan dünya yapısını olabildiğince yakından haritalandırırsa, kategorileştirme sistemlerinin görevinin yerine getirildiğini çıkarabilir.’ Sonucuna ulaşmıştır. (maksimum bilgi, en az bilişsel çabayla elde edilir).

 

Rosch' un çalışması, bilişsel psikoloji, antropoloji, felsefe, mantık, bilgisayar bilimleri, teorik biyoloji ve eleştirel teori gibi çok geniş bir akademik alt alan yelpazesinde olup, daha sonraki çalışmaların da temelini oluşturmuştur. Bazı durumlarda, nesne odaklı ontoloji gibi tamamen yeni entelektüel hareketlere bile ilham kaynağı olmuştur.

 

Bilim adamları tarafından çok çeşitli bilimsel ve felsefi bakış açılarından ele alınmış olan Rosch' un kendi eserlerini kesin bir biçimde kategorize etmek zordur. Bununla birlikte, kesin olan bir şey vardır: Akademik etki bundan çok daha büyük değildir.

 

Rosch, birçok hakemli dergi makalelerinin ve kitap bölümlerinin yazarı ya da ortak yazarıdır. Ayrıca iki kitabın ortak yazarı ya da editörüdür.

Seçilmiş Kitaplar

• Biliş ve Sınıflandırma (Lawrence Erlbaum, 1978)

• Gömülü Zihin: Bilişsel Bilim ve İnsan Deneyimi (MIT Press, 1991, 2. baskı, 2017)

8)Marianne Schmid Mast –Sosyal Psikoloji, Örgüt Psikolojisi

Schmid, 1965'te İsviçre'nin Olten kentinde doğmuştur. Başlangıçta iş ve ekonomi okuduktan sonra bir süre bilgisayar şirketinde çalışmış, sonrasında ise Zürih Üniversitesi'nde tıp fakültesine girmiştir. Bununla birlikte, 1996 yılında psikoloji lisans derecesi almış ve 2000 yılında Zürih Üniversitesi'nde ve psikoloji alanında da bir doktora derecesi almıştır. Halen Lausanne Üniversitesi’nde Örgütsel Davranış profesörüdür.

 

Schmid Mast ın araştırmasında, üstünlük hiyerarşisindeki bireylerin birbirleriyle nasıl etkileşim kurduklarını, sosyal etkileşim ortaklarını, ‘yukarıda, aşağıda ve onlarla aynı hiyerarşik düzeyde’ nasıl iletişim kurduklarını, sözlü ve tarafsız olarak nasıl iletişim kurduklarını incelemektedir.

 

Daha dar hedefli araştırmalarda, ilk izlenimlerin kişilerarası etkileşimler üzerindeki etkilerini, örgütsel hiyerarşiler içindeki insanların birbirlerini nasıl değerlendirdiklerini ve bu tür yapılar içindeki konulardaki izlenimlerin doğruluğunu incelemiştir.

 

Bulgular oldukça geneldir ve her türlü hiyerarşik organizasyonlara uygulanır; örneğin, yaptığı çalışmalar, hekim-hasta iletişiminin klinik sonuçları etkileyebileceği yolları ortaya koymuştur. Schmid Mast ayrıca, kişiler arası davranış ve iletişimi araştırmak ve sosyal etkileşimlerde dengesiz davranışı analiz etmek için teknolojinin öncü kullanımını da gerçekleştirmiştir. Bunlar sürükleyici sanal çevre teknolojisi ve bilgisayar tabanlı otomatik algılama içerir.2006 yılında  Neuchatel Üniversitesi’nde kendi ‘sanal gerçeklik’ laboratuvarını kurmuştur.

 

2014 yılından bu yana Lausanne’nin HEC Üniversitesi'nde bulunan laboratuvar, hem insan sosyal etkileşim davranışını hem de kişilerarası beceri eğitimini incelemek için sanal gerçekliği kullanır.

 

Bu ve diğer teknikler kullanılarak; Schmid’ in çalışmasının,  kendilik algılamanın, fizyolojik uyarılmanın veya ikna edici bir etkinin sosyal bir değerlendirme durumunda nasıl bir etkileşim kurduğuna yoğunlaşılmıştır. (Örneğin; iş görüşmesi gibi gerçek hayatta olan durumlarda)

 

Ayrıca, bu tür çalışmaların sonuçlarını, kadınları sosyal etkileşimlerde etkileyen "stereotip tehdidi" (toplumsal cinsiyet kalıplarına dayalı olumsuz algılamalar) olasılığını değerlendirmek için kullanmıştır.

 

Schmid Mast, son on yılda 100’den fazla hakemli dergi makalesi yayımlamıştır ve 3 kitabın yazarı veya ortak editörüdür.

 

Seçilmiş Kitaplar

• Baskın Hiyerarşilerde Cinsiyet Farklılıkları (Pabst Science Publishers, 2000)

• Cinsiyet ve Duygu: Disiplinlerarası Bir Perspektif (Peter Lang, 2013)

• Başkalarını Doğru Olarak Algılama Sosyal Psikolojisi (Cambridge University Press, 2016)

9)Elizabeth Z. Spelke- Gelişim psikolojisi, Sosyal Psikoloji

Spelke, 1949 yılında New York’ta doğmuştur. 1971'de Radcliffe Üniversitesi'nden sosyal ilişkiler bölümünden mezun olmuştur. (Jerome Kagan ile çalıştığı yer), 1978'de Cornell Üniversitesi'nden psikoloji doktorasını (Eleanor Gibson'ın altında çalıştığı yer) almıştır. Halen Harvard Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi'nde Psikoloji profesörü olan Spelke, ayrıca Harvard Eğitim Yüksek Okulu üyesidir ve gelişimsel çalışmalar için üniversitenin Laboratuvarı Direktörü olarak görev yapmaktadır.

 

Spelke'nin çalışmalarında, matematik yapabilme kapasiteleri, haritalar gibi sembolik temsillerin oluşturulması, cins kategorilerin geliştirilmesi ve içinde yaşadıkları diğer toplumsal grupların ve diğer insanların duyguları üzerine düşünülmesi gibi özel insan bilişsel işlevlerinin geliştirilmesine odaklanmıştır. Spelke; insan, bebek ve çocuklardaki kökenleri, insan olmayan primatların kapasiteleri ile ilişkileri ve çeşitli kültürel ortamlardaki tezahürleri de dahil olmak üzere, çok yönlü bir yaklaşım kullanarak bu kapasiteleri araştırmıştır.

 

Bebeklerle yaptığı çalışmalarda araştırmacıların bebekleri farklı görüntüler taşıyan ve onlara bakmak için harcadığı süreyi ölçen "Tercihli Bakış" olarak bilinen Robert Fantz tarafından geliştirilen bu tekniği yoğun bir şekilde kullanmıştır. (Bu tür çalışmalarda, bebeğin bir nesneye ayırdığı dikkat uzunluğu,  bebeğin kendine özgü ilgisinin bir göstergesidir.)

 

Spelke, belki de biyoloji ve kültürün modern toplumlardaki matematiksel yetenek ve kazanımdaki toplumsal cinsiyet farklılıklarına olan mukayese edici katkısını saptamadaki çalışmaları ile en iyi olarak bilinir.

 

Spelke, bilişsel yeteneklerimizin çoğunun doğuştan gelen ya da biyolojik bir temele sahip olduğu fikrini desteklerken, uzun deneysel çalışmadan sonra, erkeklerden kadınlara herhangi bir sistematik biyolojik farklılığın herhangi birine ilişkin bir kanıt olmadığı sonucuna varmıştır. Bu nedenle, cinsiyetler arasındaki matematiksel ilgi ve başarısızlıkta gözlemlenen eşitsizliği açıklamak için sosyal ve kültürel faktörlere bakmalıyız.

 

Spelke, sayısız hakemli makalenin yazarı veya ortak yazarıdır. Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi'nden bir yetkili olarak, Fransa Merkezinde olan Ulusal Repertuar Biliminde "İnsan Bilgisinin Kaynakları" adlı Jean Nicod Konferansına davet edilmiştir.

10)Carol A. Tavris – Sosyal Psikoloji

Tavris 1944’te Los Angeles, California’da doğmuştur. Sosyoloji ve karşılaştırmalı edebiyat diplomasını Brandeis Üniversitesinden almış olup, 1971’de Michigan Üniversitesinde Sosyal Psikoloji alanında doktorasını yapmıştır. Mezuniyetinden sonra, California Üniversitesi ve Yeni Sosyal Araştırmalar Okulunda Psikoloji dersleri vermiştir. Şimdilerde ise bağımsız bir yazar ve öğretim görevlisidir.

 

Tavris ’in en önemli araştırma konusu, geniş anlamıyla Sosyal Psikolojinin alt disiplini olan cinsiyet kimliği ve eşitliktir. 1980’lerde ilk kez yayınlanan, Carole Wade ile birlikte yazdığı popüler kolej ders kitabı ‘Psikoloji’, toplumsal ve kültürel araştırmalar yapan ilk giriş metinlerden biriydi. Daha sonra serbest yazar olarak kariyeri boyunca geniş bir kitleye sunduğu diğer konular arasında, “pop-psikoloji” mitleri (örneğin, Freud-ilham mitlerinin, kişinin öfkesini ifade etmek, onu kontrol altında tutmaktansa daha iyidir) ve bilişsel ayrışmanın zihinsel ekonomimizde oynadığı rol (çoğu zaman bize, mevcut inançlarımıza uymayan yeni kanıtları reddettirme nedeni) yer almaktadır.

Tavris, yaklaşık 10 kitabın yazarı, ortak yazarı veya editörüdür. Aynı zamanda 300'den fazla hakemli dergi makalesinin, kitap bölümleri, kitap yorumları, denemeler ve diğer popüler yazıların yazarı veya ortak yazarıdır. New York Times, Wall Street Journal, Los Angeles Times, Times Literary Supplement ve Scientific American gibi yayınlar için yazılar yazmıştır.

2014’ten beri Skeptic dergisi için ‘’The Gadfly’’ başlığı altında düzenli olarak köşe yazısı yazıyor. Ayrıca Tavris, 100’den fazla konferans ve açılış konuşmasını yapmış olan aranan bir konuşmacıdır. Amerikan Psikoloji Derneği’nin (APA) ve Amerikan Psikoloji Topluluğu’nun üyesidir.

 

Seçilmiş Kitaplar

•En Uzun Savaş: Perspektifte Cinsiyet Farklılıkları (Harcourt Brace Jovanovich, 1977, 2. baskı, 1984)

• Öfke: Yanılgı Duygusu (Touchstone, 1983, 2. baskı, 1989)

• Kadının Uyumsuzluğu (Simon & Schuster, 1992)

• Perspektifte Psikoloji (HarperCollins, 1994; 3. baskı, 2000)

• Psikoloji Dili ve Biobunk (Prentice-Hall, 1997; 3. baskı, 2011)

• Hatalar Yapıldı (Fakat Bana Değil) (Harcourt, 2007; 2. baskı, 2015)

• Bilim Adamları ve Hümanist: Elliot Aronson'un Şerefine Giden Bir Şenlik (Psikoloji Basımı,         2010)   

• Psikolojiye Davet (4. baskı, Prentice-Hall, 2014)

• Psikoloji (12. baskı, Pearson, 2017)

Please reload

kardelen 2_edited.jpg
bottom of page