top of page

The Truman Show’da neler oluyor?

Fatma Sönmez

September 25, 2019

Mike Michaelson: Christof, sana sormama izin ver, neden Truman'ın bugüne kadar dünyasının gerçek doğasını keşfetmeye hiç yaklaşmadığını düşünüyorsun?

Christof: Sunulan dünyanın gerçekliğini kabul ediyoruz.Bu kadar basit.

 

            Neredeyse yirmi yıl önce vizyona giren bu Peter Weir filminde Jim Carrey,Natascha McElhone,Laura Linney gibi isimler yer alıyor.Truman Burbank rolünde Jim Carrey oynuyor.Jim Carrey’nin mimikleri ve oyunculuğuyla zamanın ötesinde olan bu senaryo daha anlamlı bir hal oluyor.

            Truman’ın doğumundan itibaren hayatı, televizyonda popüler bir program olarak yayınlanmaktadır.Bu durumdan haberi olmayan Truman’ın hayatındaki herkes aslında rol yapmaktadır, Seaheaven isimli bu yerde tek gerçek Truman’dır,güneş bile sahtedir.”Gerçek” dünyada ise insanlar ,Truman’ın tüm bu samimiyetine hayrandır.Tüm zamanların en çok izlenen ve en çok reklam alan programı olur bu nedenle.Burada samimiyet  üzerinde kısacık durmak istiyorum.

            Geleneksel medyanın zamanın gerisinde kalması ve artık bu mecrada olan reklamlara güvenin kalmamasının akabinde yeni medyanın doğuşuyla artık reklamların seyri değişti.Youtube,Instagram gibi mecralarda seyirciler, gerçek insanları görmek,izlemek ister ve onların önerileri ile satın alımlarını değiştirmektedirler.Bunun nedeni zaten cümlenin içindedir:Gerçeklik.Özellikle Y ve Z kuşağındaki seyirciler,en az kendileri kadar gerçek olduğuna inandıkları insanlara güven duyarlar,sözlerini önemserler.Filmde de özellikle buna deyinilmektedir ve Truman da bu gerçekliği ile şirketler tarafından tercih edilmekteydi.

            Bir gün Truman,öldüğünü sandığı babasının karşısına çıkması ile inandığı her şey sarsılır,aslında bu ilk sarsıntısı da değildir.Daha önce okulda hoşlandığı ancak bir türlü görüşemediği  Sylvia ile kütüphanede yalnız kalır,Sylvia ona gerçek bir dünyada olmadığını,buradan çıkması gerektiğini, kendisi ile Fiji’de görüşmesini söyler.Sonrasında sözde Sylvia‘nın babası olan bir adam gelip kızı zorla Truman’dan uzaklaştırır ve pskilojik rahatsızlığı olduğunu,Sylvia’nın sözlerine inanmaması gerektiğini dile getirir.Truman bu olaydan sonra bir daha asla Sylvia’yı göremez ancak ona olan aşkını asla da unutmaz.Babasının ölmediğini anladığı karşılaşmanın hemen sonrasında babasının garip insanlar tarafından apar topar kaçırılmasıyla Truman, Seaheaven’ı ve yaşamını sorgulamaya başlar .Hayatındaki düzeni bozar,böylece artık dünyasındaki çatlakları keşife başlar.

            Bu noktada film, sanrısal bozuklukları ve voyörizm(gözetlemecilik) bozukluğunu anlamakta hem ters hem de öz bir araç oldu.Eğer Truman gerçek bir dünyada yaşıyor olsaydı ve kendini tv şovunda hissettiğini varsaysaydık o zaman tüm davranışları(trafiği kontrol etmesi,karısına bıçak çekmesi...) sanrısal gözükürdü.Tabi filmde bu tam tersi şekildeydi ve Truman şüphesi ile özgürlüğüne kavuştu.

            Peki gözümüzü Truman’dan çekip tüm bunları yöneten kişiye dönersek ne görürüz?Christoph’u.Christoph, Truman’ın hayatını kuran,şekillendiren ,yönlendiren,kime aşık olacağını seçen,hatta bu gerçeklikte iklimi belirleyen kişidir.Truman’ın tanrısıdır,bir bakıma big brotherdır.Christoph gözetlemeciliğin uç noktadaki örneğidir.Truman’ın hayatını yirmi dört saat boyunca izler,filme çeker.Tüm hayatı bu amaca hizmet eden biridir.

            Jim Carrey’nin kariyerindeki ivmesini arttıran The Truman Show; ahlakı,geleceği,etik kuralları,teknolojik gelişmeleri,tüketici taleplerini,özgürlüğü,varlık kavramını ve daha fazlasını sorgulamamızı sağlıyor.Arka planında nice düşünce olan bu filmin en ikonik son sözü ile bitirelim yazıyı.

“Günaydın ve olur da görüşemezsek iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler.”

 

Faydalanılan Kaynaklar

https://www.filmloverss.com/truman-showdaki-dijital-aktivizm-elestirisi/

Bir Biyografi: A Beautiful Mind

Yazan: Fatma Sönmez

June 22, 2019

Ron Howard’ın yönettiği ve 2001 yılında vizyona giren Akıl Oyunları, Nobel ödüllü ünlü matematikçi John Forbes Nash’in hayatını konu alıyor.Film Nash’in hayatındaki önemli olaylara sadık kalsa da Alicia’dan boşanmasını ve onunla tekrar evlemesi gibi hikayelerin detaylarını içermiyor.Filmi özel kılan şey ise şizofreninin seyirciye aktarılışıdı.

 

John Nash’in şizofreni tanısı üniversite yıllarında koyulduğu için film de Princeton Üniversitesi’nde başlıyor.Nash’in üniversitede yegane amacı okulun en iyi öğrencisi olan Martin Hansen’i geçerek Wheelar’a kabul edilmektir.Bu amacın uğurunda yeni fikirler üretmek için sürekli odasında çalışan Nash’in,Charles Herman ile dostluk kurması çok önemli bir durumdur çünkü Nash insanlarla nasıl ilişki kurabileceğini bilmeyen ,duygulanım açısından disforik,göz taması kurmaktan da çekinen biridir.Aslında ilk şizofreni belirtileri filmde burada gösterilmiştir,aslında ortada Charles Herman isimli biri yoktur.Başta seyirciye bu bilgi direkt verilmese de Herman’ın ortaya bir anda çıkıp bir anda yok olmasıyla bu karakterin aslında gerçek olmadığı dolaylı yolla aktarılmıştır.

İlkokul öğretmenim bana fazla gelişmiş bir beynim ama hiç gelişmemiş bir kalbim olduğunu söylemişti.     -John Nash-

 

Wheelar’a girmek için yeni bir fikir üretip araştırmak isteyen Nash,barda matematik teorileri üzerinde çalışırken yaşanan günlük bir olaydan etkilenir ve Oyun Teorisini anlattığı makalesini yazar.Yenilikçi makalesi ile Wheelar’a gitmeye hak kazanır ve hayallerini gerçekleştirir.

 

5 yıl sonra üniversitede akademisyen olan Nash,ders verdiği sınıflardan birinde ileride eşi olacak Alicia ile tanışmıştır.Evet,öğrencisi ile evlenmiştir.Filmde bu çok nromal bir durummuş gibi  resmedilmiştir ama gerçek hayatta çok fazla etik problemle karşılaşmış, filme bu detaylar eklenmemiştir.Nash’ın insan ilişkilerinde garip olması aşkının da garip olacağı anlamına gelir pek tabii.Filmde Alicia ve Nash arasındaki ilişki bence filmi ilginçleştirmiş ve bazı şeyleri çok güzel ortaya koymuştur:Alicia’nın, Nash’in garip diye adlandırdığı davranışlarını nasıl yönlendirdiği ve kabul ettiği gibi...

 

Hem üniversitede çalışan hem de birkaç kez Pantagon’da hükümet için şifre çözen Nash,Savunma Bakanlığı’ndan çok gizli bir göreve çağrılır ve ABD için şifre çözen bir casus olur.Tabii casusluğun getirdiği stres Nash’in paranoyaklaşmasına neden olur.Bir noktadan sonra aslında Nash’in Savunma Bakanlığı’ndan hiç görev almadığını ve hepsinin hayal ürünü olduğunu görüyoruz. İşinin gizliliğinden dolayı Nash’in paranoyak tavırları iş arkadaşları,eşi tarafından hiç garipsenmemiş bu yüzden de tanısı çok geç koyulmuştur.Burada bir parantez açmak isterim.

 

Şizofreni; sanrılar, varsanılar, organize olmayan davranışlar, negatif semptomlar ve sosyal işlev bozukluğu ile karakterize edilen bir psikiyatrik hastalıktır. Şizofreni hastaların tedavisi farmakolojik tedavileri ve psikososyal tedavileri içermektedir. Farmakolojik tedavilerden antipsikotik ilaçlar şizofreni tedavisinin temelini oluştursa da araştırmalar psikososyal yaklaşımların klinik düzelmeyi hızlandırdığını bildirmiştir.(Summakoğlu,Ertuğrul,2018,s.43 )

 

Filmde de ilaçlı tedavi sisteminin Nash’in üzerindeki yan etkileri de gösterilmiştir,unutmamak gerek ki bu yan etkiler gerçek hayatta bu kadar keskin değildir.Ayrıca filmde John Nash’in sürekli sanrılar görmekte olduğu fikri sunulsa da Nash bir ropörtajında  bunu yanlışlamış ve sadece stresli zamanlarında atak halindeyken ortaya çıktığını dile getirmiştir.Bunun dışında aşağıda listelenen bazı şizofreni belirtileri ise izleyiciye Nash karakteri sayesinde çok güzel sunulmuştur.

 

Belirtiler:Hezeyanlar,varsanılar,ileri derecede dezorganize ya da katatonik davranış,affektif donukluk, aloji (konuşamazlık) ya da avolisyon (istek kaybı),Çabucak bir düşünceden diğerine geçmek,Yavaş hareket etmek,Karar verme yetisinden yoksun olmak,Aşırı fakat anlamsız şeyler yazmak,Bazı şeyleri unutmak veya kaybetmek.Daireler çizerek yürümek gibi tekrarlanan hareketler...

EKT ve standart antipsikotikler birlikte kullanılaarak tedavi gören Nash,günlük hayatında işlev kaybı gibi birçok sorunla karşılaşır.Hayatı çalışmaya yönelik biri için bu çok yıkıcı olduğundan ilaç kullanmayı bırakır ve sanrıları tekrar ortaya çıkar.Hatta bu sanrılar yüzünden bebeğini banyoda suyun içinde bırakarak az kalsın ölümüne neden olacaktır.Bu olay sonrası evi terk etmek için arabaya binen Alicia’nın önüne atlayan Nash,gördüğü insanların hiç yaşlanmadığını söyleyerek hayal ile gerçeği ayırdığını söyler.Bu işi düzeltebileceğini dile getirir.

Her şeyin farkına varan Nash hayal ile gerçeği ayırmaya  başlar,üniversitede derse girmese bile kütüphanede oturup sadece problemler üzerine çalışmaya başlar.Bu şekilde yıllarını geçirir.Burada film, bize bazı şeylerim öneminden de bahsetmiş oluyor.Evet ilaç ile tedavi tabii ki şarttır(Nash sonradan tekrar ilaçlarına başlıyor.) ancak kişinin stresten uzaklaşması,psikososyal açıdan hayatına devam etmesinin atakların azalması üzerindeki etkisi filmde de gösterilmiştir.Unutmamak gerek ki psikososyal yaklaşımlar desteklenmelidir ve ilaç tedavisi ile bütünleştirilmelidir.Zaten filmde de bu iki yaklaşım sayesinde başta sadece kütüphanede çalışan Nash,zamanla üniversitede derslere girmeye de başlayarak hayatını düzene sokuyor.

 

Dersten çıkan Nash,ona seslenen adamın gerçek olup olmadığını öğrencilerinden birine sorarken bizim yüzümüze de bir tebessüm konuyor.Gelen kişinin Nash’a Nobel Ödülü’nü kazandığını bildirmesi ile hem utanan hem de duruma inanamayan Nash’ı, diğer öğretim görevlileri onun masasına kalemlerini bırakarak takdirlerini iletiyorlar.Gerçekten bence filmin en etkileyici sahnelerinden biri idi.

 

Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?v=U68B0MW4GIA

Film, Nash’ın Nobel Ödül’ünü alırken  Alicia’ya adayarak yaptığı anlamlı konuşma ile biterken bizim de içimizi bir sıcaklık dolduruyor. Şizofreninin en kötü yanı, gerçekle gerçek dışını ayırt edememektir. Bir düşünün:Tanıdığınız kişilerin, bildiğiniz yerlerin, sizin için en önemli anların hiç bir zaman sizi terk etmediğini, ölmediğini fakat zaten hiç bir zaman da var olmadığını aniden öğrendiğinizi hayal edin. Bu nasıl bir cehennem olurdu?

                                                           -John Nash

 

Kullanılan Kaynaklar

https://www.imdb.com/title/tt0268978/

https://u.osu.edu/kovacevich.9/sample-page/

https://npistanbul.com/eriskin-psikiyatri/sizofreni

Summakoğlu, D , Ertuğrul, B . (2018). ŞİZOFRENİ VE TEDAVİSİ. Lectio Scientific, 2 (1), 43-61.

Wedding,Danny Ve Niemiec, Ryan. Sinema ve Akıl Sağlığı,İstanbul:Kaknüs Yayınları,2016

Uyku Bozukluğu Üzerine:Insomnia

ÇEVİREN: Fatma SÖNMEZ

May 03, 2019

Baş rollerinde Robin Williams, Al Pacino ve Hilary Swank’in oynadığı Insomnia(2002); Christopher Nolan’ın yönettiği psikolojik gerilim/polisiye filmidir. Bu filmde uyku bozukluğu olan birinin hayatının, nasıl parçalanabileceğini güçlü bir şekilde gösterilmiştir.

 

            Uyku, geri döndürülebilen bir bilinçsizlik hali olmasının yanında, sadece vücudun dinlenmesini sağlayan bir hareketsizlik hali değil, bütün vücudu yaşama yeniden hazırlayan  aktif  bir  yenilenme  dönemidir.* Bu yenilenme sadece fizyolojik olmamakla beraber psikolojik ve sosyal davranışların üzerinde etkili bir kavramdır .Uyku bozukluğu:saldırganlık, dikkatsizlik, ve davranış bozukluklarına sebep olmakla beraber kişinin günlük hayatındaki düzenin bozulmasına sebep olur. Uyku bozukluğu, üç şekilde ortaya çıkar: 1)uykuya dalamama, 2) tüm gece uyuyamama, 3) uyanıp tekrar uyuyamama.Uyku bozukluğu tanısı, en az 3 ay boyunca süren durumlarda konulur.

Insomnia,işinde çok iyi olan Dedektif Will Dormer ve ortağıEckhart’ın Los Angeles’tan Alaska’ya bir cinayeti çözmek için gelmesiyle başlar. Alaska’da o sırada beyaz geceler yaşanmaktadır,yani hava hiç kararmaz. Onları ise Ellie adında hırslı ve hevesli bir polis memuru karşılar, Dormer’a hayranlık besleyen bu kız cinayeti çözmek ve Dormer’ın gözüne girmek için çok fazla çalışmaktadır.Dormer Alaska’ya gelmeden önce Los Angeles’ta başını derde sokmuş ve hala iç işleri ile sorun yaşamaktadır. Ortağı Eckhart iç işleri ile anlaşarak Dormer’ın aleyhine bir karar vermeyi düşündüğü için araları açılmıştır. Bu sırada Dormer, hem bulunduğu yerde gecelerin aydınlık olmasından hem de cinayeti çözüp itibarını tekrar kazanmak istediğinden girdiği stres yüzünden uyku sorunları yaşamaktadır.

 

“İyi bir polis uyumaz,çünkü bulmacanın bir parçası eksiktir;kötü bir polis de uyuyamaz çünkü vicdanı ona izin vermez.”

                                                        -Ellie Burr

            Uykusuzluk olgusunun etkilerinin, dışarıdan kesin bir şekilde gözükmemesinden kaynaklı olarak çoğu filmde uykusuzluk güzel işlenemez ama bu film sayılı olanlardan biridir. Nolan uykusuzluğu, güçlü metaforlarla işlemiştir. Araba kullanırken görünen ışıklar,boş sokaklar,bilinç kayıpları,büyük ormanlar,buzullar,trans etkisi yaratan cam silecekleri gibi imgeler ile düşsel durumları çok iyi göstermiştir. Bunların hepsi sadece Dedektif Dormer’a değil bize de kafa karışıklığı ve yön kaybı hissi verir. Bu açıdan özel bir filmdir.

 

            Dormer,katili bulmaya çalışırken bir çatışma esnasında uykusuzluğun verdiği zihin karışıklığı ile yanlışlıkla ortağı Eckhart’ı göğsünden vurup öldürür,ancak arkadaşını vuranın kovaladıkları katil olduğunu söyleyip işin içinden çıkmaya çalışırken bu sefer onu geceleri uyutmayan şey vicdanı olur. Artık halüsinasyonlar görmeye başlar ve bu yüzden de kaza yapmaktan son anda kurtulur. Sürekli dalgın veya sinirli olan Dormer işleri yerine koymakta çok zorlanmaktadır çünkü düzgün düşünebilen bir zihne sahip değildir.

 

            Katil,Dormer’ı arayıp ne yaptığını bildiğini söyleyip onu tehdit eder. Bunun ile beraber hem kendi paçasını işten sıyırıp hem de katili hapse sokmaya çalışan Dormer, aslında büyük bir ahlaki çatışmaya girer çünkü katil ile arasındaki benzerlikleri fark etmiştir. Artık Hukuk kurallarını çiğnemeye başlamış,ruh hali her an kavgaya hazır,düşüncesiz birine dönüşmeye başlayan Dormer; hem katil ile hem kendisi ile son kez çatışmaya girer. Ellie’nin tüm ipuçlarını birleştirmesiyle aslında idolü olan insanın katil olduğunu anlar ve o da bu son çatışmanın içine dahil olur.

 

            Bu psikolojik gerilim filmini izlerken karakter değişimlerini görmek ve karakterlerle beraber değişmemek imkansız olmasının yanı sıra Dormer’ın tüm o yorgunluğunu biz de içimizde  hissedebiliyoruz. Film bitince derin bir oh çekme ihtiyacı hissetmeyenin olmayacağını düşünüyorum. Filmin sonu, Dormer’ın o manidar sözleri ile bitiyor.

 

“Bırak uyuyayım. Sadece biraz uyuyayım.”

Kullanılan Kaynaklar

 

*Bülbül,S.,Kurt,G.,Ünlü,E.,Kırlı,E. (2010). Adolesanlarda uyku sorunları ve etkileyen faktörler.Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi, 53: 204-210

Wedding,Danny Ve Niemiec, Ryan. Sinema ve Akıl Sağlığı,İstanbul:Kaknüs Yayınları,2016

https://www.noroloji.org.tr/menu/98/uyku-bozukluklari

https://www.imdb.com/title/tt0278504/

Parçalardan İnsan Olmak: Roma

March 14, 2019

Alfonso Cuarón ismi size Gravity,Pan’ın Labirenti, Harry Potter ve Azkaban Tutsağı gibi filmlerden tanıdık geliyor olabilir ancak 2018’de hem yazıp hem yönettiği Roma isimli filmle onu tanımak bizim borcumuz oldu.Belki de Roma ile bunca yıldan sonra sinema tarihine yeni bir klasik filmi ekleyerek kariyerinin en iyi işini yaptı,umarım ileriki dönemlerde daha iyisini biz sinema sevenlerle buluşturur.

Roma,öncesinde bahsettiğim gibi Alfonso Cuarón’un yazıp yönettiği siyah beyaz olup otobiyografik izler taşıyan ve iki saat on beş dakika süren üç Oscar ödülü ödüllü sanat/dram filmidir.

 Filmi benim için bu kadar etkileyici kılan ise müthiş bir kültürel aktarım,yaşanmışlık hissinin olması ve günlük hayattaki rolleri böyle iyi bir gözlemle anlatabilmiş olmasıydı. Film, hayatımızda  gözden kaçırdığımız insanların sıradan deneyimlerinin aslında bizi ne kadar etkilediğini görmemizi sağlıyor.

Ayrıca 1971 Meksika tarihini o kadar iyi gözler önüne seriyor ki toplum,insan,kitle piskolojisi,öğrenilmiş çaresizlik ve mecburiyet kavramlarını çok daha iyi anlayabiliyoruz.

 Aslında film, Yalitza Aporicio’nun canlandırdığı Cleo isimli hizmetçiyi odağına alarak diğer tüm karakterlere ,yaşama ,topluma hatta nesneye bakmamızı sağlıyor. Çaresizlik öyle derin işlenmiş ki filme “Ya Cleo bu nasıl suskunluk! Senin yerinde biz olsak çoktan defalarca kez delirirdik!“ dedirtiyor sonrasında da film gerçeği tekrar suratımıza çarptırıyor: mecburiyet. Yapmak zorundasın çünkü sen bir insandan önce hizmetçi kimliğine sahipsin ve kim ne derse desin hizmetçi olduğunu her zaman bilmelisin.

 Filmin kimlikler üzerinde durduğunu ve gerçek hayatta da üzerimize yapışan rolleri anlattığını bir süreden sonra fark ettim, zaten filmin ilk 1 saati filmi anlamlandırmak ve taşları yerine koymakla geçti. Geriye kalan 1 saat 15 dakika ise karakterler ile seyirci arasında duygular paylaşıldı.

Bir toplum içinde çocuk olmak,kadın olmak,kardeş olmak,eş olmak,anne olmak,sessizlerden olmak gibi bir çok rol var.Bu rollerde olmak zorunda bırakılmak ve bunların verdiği tutsaklık hissi son sahneye kadar iliklerimize gizli gizli işliyor.En sondaki o kurtuluş ve sonunda Cleo’nun sesslizliğini bozup dile gelişi ile herkesi özgür bırakıyor.

Biraz daha karakterlere yönelirsek Cleo,Evin hizmetçisi ve durgun bir mizacı var. Hem aileden biri gibi hem de evin hizmetçisi. Ne kadar aileden olursa olsun günün sonunda evin dışındaki barakasına geri dönecek.O da bunun her zaman farkında.

 Evin annesi Sofia ise akıllı bir kadın,öğretmen. Çocukları onun için çok değerli.Kocası Antonia iss sürekli çalışmaları için şehir dışında ancak Sofia, Antonio’num başka bir ilişkisi olduğunu biliyor ve kocasına evine tekrar geri istiyor. Sofia için hem anne olup hem de bu şartlar altında güçlü kalmak çok zor. 

 Clio’nun sevgilisi Fermin ise 1971 Meksikasında  oradan oraya savrulan fakir hatta gerçekten aç bir genç. Dövüş sanatı ile kendini eğittiğini ve bunun ona huzur getirdiğini söylüyor.Cleo’nun hamile kaldığını öğrenince Cleo’yu sinema salonunda bırakıp kaçıyor.

 Tek başına kalan Cleo hem sevgilisinin kaçmasına hem de hamile kalmasına yine olabildiğince sakin karşılıyor, adeta insan dışı bir şekilde, her ne kadar gözündeki çaresizliği görsek de...

 Bu evdeki çocuklardan biri de Alfonso Cuarón.Kendisi küçükken evlerindeki hizmetçi Libo’nun gerçek hikayesini farklı bir şekilde filme yansıtmakla beraber film hiç onun bakışından çekilmemiş.Filmi klasikleştiren ve gişe filmlerinden ayıran şey de bu. Öte yandan o evde çocuk olmanın, babanızın aylar sonra eve gelip size sarılmadan önce garajınızdaki köpeğin kakasından şikayet etmesi demek olduğunu ve aslında çocuktan fazlası olmak zorunda kaldığını açıkça göstermiş. Zaten evdeki bu baba-anne sorununun da çocuklara yansıdığını ve kardeşler arasında da şiddet-zorbalık olarak ortaya çıktığını görüyoruz.Yani çocuk,çocuk olsa da sorunları anlar,içselleşirir,dışa vurur.

  Cleo’nun doğumunun başladığı sahne aslında en karmaşık ve olaylar silsilesinin ateşlendiği an. Meksika’da hala 60 lardan kalma siyasi olaylar devam ederken Cleo ve evin büyük annesi doğacak bebeğe beşik almak için yola çıkar. Onca karmaşanın olduğu o sokakta sakince hayatlarına devam etmeye çalışırlar. Girdikleri mobilyacı dükkanına da sokaktaki arbede sıçrar. Bu arbede arasında biri öldürülür ve saldırganlardan biri de Cleo’nun eski sevgilisi Fermin’dir. İkisinin göz göze gelmesi ve Cleo’nun suyunun gelmesi ile durum daha karışırken tabii ki Fermin yine kaçar.Tekrar terk edilen Cleo’nun hastaneye varması iki saat sürer ve bebek ölü doğar.(Bu herkesin içine öküz oturtan kısım.)

Filmdeki çoğu insan için en çarpıcı kısmı, Sofia,çocuklar ve Cleo’nun şehirdışına tatil için(!) çıktıkları zaman.Aslında bu tatil,gerçeklerle yüzleşmek için tasarlanmış.Filmde yer alan sadece iki erkeğin yıktıkları dünyayı toparlamaya çalışıp kendilerini bu azaptan kurtarmaya çalıştıkları acı dolu bu ailenin,sahil sahnesi herkesi derinden etkiledi.Artık herkes gerçeklerle ve duyguları ile yüzleşmiş oldu.Cleo’nun sonunda gerçekten içini bize açması ve omuzlarındaki yüklerden kurtulmasına tanık olmuş olduk.Seyirci için filmi gerçekten tam bitiren bir final oldu.

Özetle film,hayatın içindeki önemli minik parçaları dokunan, o minik parçaların bizi nasıl insan yaptığını ve daha da fazlasını anlatan bir eser oldu. Roma’yı izlerken o minik detaylara dikkat ederseniz belki sizin için film daha anlamlı olacaktır.

 

KAYNAKÇA

 

https://www.google.com.tr/amp/s/variety.com/2018/film/news/roma-alfonso-cuaron-netflix-libo-rodriguez-1202988695/amp/

https://m.imdb.com/title/tt6155172/

https://www.themagger.com/roma-filmi-netflix/

https://www.filmloverss.com/guillermo-del-toro-romayi-neden-sevdigini-10-maddede-acikladi/

Burgess’in Nefret Distopyası: Otomatik Portakal

Fatma Sönmez

September 04, 2018

Anthony Burgess’in kitabından uyarlanan olan Otomatik Portakal, The Shining,Full Metal Jacket, Dr Strangelove gibi birçok filme imza atan Stanley Kubrick tarafından 1971 yılında çekildi.136 dakika olan film, çekim ve kullanılan ögeler açısından klasik Kubrick tarzını ortaya koydu.

 

Film hakkında konuşmadan önce filmi daha iyi anlamak adına yazardan bahsetmesek olmaz. Burgess, bu kitabı yazmadan önce ameliyat edilemeyecek bir beyin tümörüne sahip olduğunu ve bir yıl ömrü kaldığını öğrenmiş. Kitap yazmaya başlama nedeni ise eşine ölmeden önce para bırakabilmekmiş. Bu nedenle hem Otomatik Portakal hem de yazarın diğer kitapları, yazarın hastalığından etkilenmiş ruh halinin yansıması. Otomatik Portakal: her şeye karşı oluşmuş nefret, tahammülsüzlük ve bir sosyal eleştiri. Bu arada yazar sonradan aslında beyninde tümör olmadığını öğrenmiş. Yani hayatının en kötü anları aslında ona ilham veren ve onu yazmaya iten şey olmuş.

 

Film, dünyanın çivisinin çıktığı bir zamanda; Alex, Pete, Georgi ve Dim dörtlüsünün kurduğu şiddet dolu çetenin dinlenme alanında başlıyor: “Moloko Vellocet”.  Filmin içine yerleştirilmiş cinselliğin kullanıldığı birçok alan var ve bunlardan biri de Moloko Vellocet. Kadın figürlerinin çokça kullanıldığı mekanın iç mimarisi çok rahatsız edici olmakla beraber toplumun kadına bakışını da yansıtıyor.   Unutmamak gerek ki hem yazar hem yönetmen bunları bir eleştiri mekanizması olarak kullanıyor.

 

Moloko Vellocet’in, kelime anlamı ise içinde psikoaktif madde bulunan süt demek. Burada içtikleri süt, içindeki uyuşturucu sayesinde onları şiddete hazırlıyor. Burada satılan şeyin süt olması aslında zekice hazırlanmış bir kelime oyunu, filmde yaşlar belirtilmese de-Filmdeki sahneleri çocuklara oynatmak Kubrick için bile imkânsız bir durum- aslında Alex ve çetesi 15-17 yaşlarında reşit olmayan bireyler yani insanlar bu uyuşturuculu içeceğe süt diyerek onu çocuklara da satılabilir kılıyorlar. Alex ve çetesi bu içeceği içtiğinde ise kırıp dökmeye, tecavüze, hırsızlığa daha hazır oluyorlar. Hiç pişmanlık olmaksızın şiddetlerini büyütüyorlar ve insanlara geceleri korku salıyorlar.

Filmi incelediğimizde iki bölümden oluştuğunu görüyoruz. Birinci bölüm çetenin yaptıkları korkunç olaylardan oluşuyor. Aslında bu kısım bize Alex’i , çetenin geri kalanını ve yeni dünyadaki sistemi anlamamızı sağlıyor. Malcolm McDowell’ın oyunculuğunu zirveye taşıyan Singing In The Rain sahnesi,durumların gerçekten ne kadar çirkin olduğunu fark ettiğimiz ve bence filmin en etkileyici sahnesi idi. Ayrıca bu sahnenin doğaçlama çekildiğini ve Kubrick’in de en sevdiği sahne olduğu detayını vermeden geçemeyeceğim. Özellikle şiddetin ve kavgaların olduğu karanlık sahnelerde kullanılan klasik müzik zıtlığı, kavga sahnelerinin etkisini artırıyor.

Filmin ikinci kısmı çete ile Alex’in çıkarlarının farklılaşmasıyla başlar. Alex, rejimini ayakta tutabilmek ve arkadaşlarına gözdağı vermek için yapabileceklerinin sınırını gösterir. Artık görünüşte krallığı sağlam olsa da içten çökmüş durumdadır. Bu iç savaştan sonra daha önce belirledikleri eve hırsızlık için girmek istediklerinde işler yolunda gitmez ve arkadaşları Alex’i arkada bırakarak polisin onu yakalamasını sağlarlar. Alex’in karakola götürülüşü ve avukatı ile görüşmesi pek umduğumuz gibi olmaz. Bu sahneler polislerin bulunduğu konumu kötü kullanması ve adalet sisteminin işleyiş bozukluğunu gözler önüne serer. Kötü lider Alex 14 yıl ceza alır ve hapse girer. Alex’in hapse girmesi ile çok farklı bir duygusal alana giriş yapıyoruz.

Alex ne yaparsa yapsın düzenin ve yasaların işlenmediği bir ortamda yetişmiş 15 yaşında psikopatik bir genç olduğunu unutmamak gerek, ayrıca ailesi ile ilgili fark edilmesi gereken nokta da iletişimsizlik ve çocukla sahip olamadığı bağ. Ne olursa olsun sağlıklı bir gelişim için bir çocuğun/ergenin ailesine ihtiyacı vardır ve ailenin yokluğunun çocukta oluşturabileceği sorunlar vardır.

  

Ailesi ile zamanında kuramadığı bağ ve hapishane ortamı ona kötülükten ziyade ikiyüzlülüğü ve yalancılığı öğretti. Yani kötülüğüne kötülük kattı-en azından eskiden dürüst bir kötüydü  - . Aile yapısındaki bozulmaların asıl sebebinin iletişimsizlik olduğunu görüyoruz,buna ek olarak filmi izlerken konuşmalardaki kelimelerin yapısal değişikliğini fark etmeyen yoktur, çok fazla Rusça-İngilizce karışık yeni üretilmiş kelimelerin kullanılması da aslında sosyal iletişimsizliğe bir vurgudur. Özellikle bu Nadsat denilen yeni oluşturulmuş argoyu da  filmde çoğunlukla gençlerin kullandığı görünür.

Alex’in sorun çıkartmadan hapiste geçirdiği iki senenin ardından devlet, hapisteki insan sayısını azaltmak ve hayal ettikleri şiddetsiz toplumu yaratmak için deneysel bir proje başlatır. Alex de bu projeye hapisten çıkmak için katılır ve Ludovico Sağlık Merkezi’ne gönderilir. Bu kısımdan sonra ise “özgür irade” kavramını irdelenişi başlar ve abartılmış kaçınma terapisi tasviri yapılır. Davranış tedavilerinde, davranışın bir öğrenme süreci olduğu kabul edilir ve istenmeyen sapkın davranış ile hoş olmayan uyarım, bağ kurularak istenmeyen davranışı yok etmek hedeflenir. Alex’in psikopatik kişiliğindeki sapkın davranışları değiştirmek için Alex  ilaçla mide bulantısı yaratılarak gösterilen tecavüz,hırsızlık,şiddet dolu sahnelere maruz bırakılır. Davranışçı terapi ile bağlantılı etik meselelerin incelenmesi başlar çünkü evet Alex artık istese de şiddet dolu bir eylem yapamaz ama bunu kendi isteği doğrultusunda da yapma aslında eylem sonrasında gelen mide bulantısı-hastalık hissi nedeniyle  yapamaz. Artık bir insan olarak kötülüğü seçme şansı yoktur.Kötülüğü yapamıyor olması onu iyi yapar mı?

“İyilik içten gelir. İyilik bir seçimdir. Bir insan seçemezse, insanlıktan çıkar.”

Alex’in koşullandırılması başarı ile sağlanmıştır ama Alex sokaktaki hayata uyum sağlayamaz ve çok fazla acıya maruz kalır. Alex’in bu koşullanma durumundan faydalanılarak sonunda Alex intihara sürüklendirilir. Devletin yeni yönetiminden gelen kişi, Alex’i iyileştirdiklerini söyler ve gazetelerde eski yönetimi suçlayarak onların bir insanı kobay olarak kullandıklarını belirtir. Alex ise eski sapkın düşünceleri ile hayallerine dalar. Film, kişisel özgürlükleri sınırlama yoluyla iyileştirmeye çalışan toplumun karşılaştığı sorunları etkili bir şekilde gösterir.

Kitabın son kısmı Kubrick tarafından senaryoya dahil edilmemiş. Biz filmin sonunda Alex’i değişmemiş olduğunu düşünüyoruz oysaki kitabın sonunda Alex iyi biri olmayı tercih etmiştir. Filmin ise farklı bitmesi tamamen Kubrick’in tarzından kaynaklanır.

Bireyler toplumları, toplumlar da bireyleri etkiler. Otomatik Portakal’ın saldırganlıkla dolu dünyasında,bireylerin topluluk içinde hakim olan bu fikirden etkilenmemesi mümkün değildir. Alex’e ve yaptıklarına bakarken bunu da düşünmek gerekir. Böyle bir filmi saldırganlığa teşvik ediyor diye karalamak yerine içerdiği mesajı görmek aslında daha faydalıdır. Eğer toplum belirli bir yöne doğru dogmatik ilerleyişini sürdürürse tehlikeli gelecek kaçınılmazdır.

“Yetişkinlerin savaştığı, bombalar attığı, birbirini kesip doğradığı, acımasızlığın kol gezdiği bir dünyada gençlerin yurtsever, dine bağlı, uslu, terbiyeli olmaları söz konusu değildir.”

Kullanılan Kaynaklar

Wedding,Danny Ve Niemiec, Ryan. Sinema ve Akıl Sağlığı,İstanbul:Kaknüs Yayınları,2016

https://www.imdb.com/title/tt0066921/

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1242/14169.pdf

https://1000kitap.com/kitap/otomatik-portakal--5909

Düşlerimizin Kölesi miyiz? Requiem for a Dream

Fatma Sönmez

May 10, 2018

Hubert Selby’nin romanından uyarlanan bu trajik hikaye, çoğumuzun “Pi”,”Mother!”,“The Wrestler” “Black Swan” gibi filmlerle tanıdığımız Darren Aronofsky tarafından yönetildi. Yüz iki dakika boyunca insanı yerine kitleyen Requiem for a Dream, Clint Mansell’ın müzikleri ile hafızalarımızda yer aldı. Muhtemelen hepimiz onun bu müziğini bir kez duymuşuzdur.

 

Film sadece uyuşturucunun kötülüğünü mü anlatıyor yoksa yalnızlaşmaya mahkûm olmuş insanların hayallerine ulaşmak için çıktıkları yoldan nasıl şaştıklarını mı anlatıyor? Darren Aronofsky’nin buna bir cevabı var. ”Bu film sadece uyuşturucu filmi değil.”

 

Film, Bir Rüya İçin Ağıt diye çevrilse de kitabındaki çevirisi konu ile daha uyumlu. Bir Düş İçin Ağıt.

 

Film üç bölümden oluşuyor: Yaz, sonbahar ve ilkbahar. Birinci bölüm olan yaz, fikir olarak filmin içine işlemiş. Her şey daha iyi, yolunda ve insanlar mutlu. Filmin en olumlu(!) kısımlarını içeriyor.

Yaz mevsimine hayatta elinde kalan tek varlığı oğlu Harry olan Sara’nın evinde başlıyoruz. Madde bağımlısı olan Harry, düzenli aralıklarla evin televizyonunu rehin vermekte Sara da ardından gidip bağımlısı olduğu televizyonu geri almaktadır. Kocasının ölümünden sonra yalnızlaşan Sara daha fazla yalnızlaşmayı göze alamayacak kadar korktuğundan Harry’nin bu davranışını durduramıyor. Tappy Tibbons’un yarışmasından televizyona çıkması için teklif gelince Sara için bu döngü değişmeye başlıyor. Bundan sonra başka bir amacı oluyor: Kırmızı elbisenin içine sığmak ve insanları etkilemek.

Harry ve arkadaşı Tyrone, televizyonun parası ile psikoaktif madde-genelde uyuşturucu denilse de aslında uyuşturucu psikoaktif maddelerin bir türüdür.- alıyorlar, bu noktada filmi diğer filmlerden ayıran çekim tekniklerini görüyoruz. Aronofsky maddelerin etkilerini göstermek için aşırı yakın çekimler, ses efektleri, hızlı sahne kaymalarını kullanıyor. Karakterleri hap içerken, madde enjekte ederken görüyoruz. Fiziksel etiklerini hem normal düzeyde hem hücre düzeyinde görüyoruz. Burada belirlediği temel amaç uyarıcı kullanan bağımlılara özgü olan dünyayı ve karmaşayı bizim de deneyimleyebilmemiz. Onların açısından dünyaya bakabiliyoruz. Harry ve Tyrone’nın kendi döngülerinden çıkışları ise madde satıcılığı işine girip iyi para kazandıktan sonra kenara çekilip huzurlu bir hayat sürme hayalleri ile oluyor. Bu amaca bir ortak daha buluyorlar. Harry ile tutkulu bir şekilde aşk yaşayan Marion. Marion öz saygısı oturmamış, kendini sevmekte zorlanan ve tabii ki bu boşlukları madde ile dolduran biri. Marion’un gerçek yüzünü, ayna metaforunun kullanıldığı sahnede daha iyi görüyoruz. Aynaya bakarak aslında kendisinin farkına vardığını ve durumundan mutsuz olduğunu görüyoruz. Ardından aldığı ilaçlarla tekrar aynaya bakıyor, artık kendinden memnun ve mutlu birine dönüşüyor. Onun amacı ise Harry ve Ty’ın planı ile para kazanıp tasarımlarını satabileceği bir giysi dükkanı açmak. Bunu da Harry ile beraber yapmak istiyor. Onların aşklarının çöküşünden önceki en güzel dönem, yaz mevsimi. Tyrone karakterinde de yönetmen aynı metaforu kullanıyor ama bence daha yoğun bir şekilde. Aynaya bakan Ty, küçüklüğüne geri dönüyor, annesine sarılıyor ve birgün çok başarılı olacağını, annesini mutlu edeceğini söylüyor. Bu hatıranın ardından gelen Tyrone’ın titremesi, gözlerinden okunan pişmanlığı, annesine olan özlemini birkaç saniyelik olsa da görüyoruz. Tek isteği huzurlu ve mutlu olmak. Bu üç bağımlı arkadaş amaçlarını gerçekleştirmek için uyuşturucu satıcılığı işine giriyor ve çok para kazanıyorlar. Bunlar olurken Sara kırmızı elbisenin içine girebilmek için diyete giriyor ama tatlı bağımlılığından vazgeçmesi çok zorlayıcı olduğundan bir diyetisyene görünüyor, doktorun verdiği diyet haplarını kullanmaya başlıyor. Her şeyin güzel olduğunu sandığı bu yaz mevsiminde artık arkadaşları arasında popüler oluyor ve haplar sayesinde kilo verebiliyor. Mutlu çünkü hayallerinin gerçekleşmesine çok az kalmış durumda.

Harry kazandığı para ile annesine, onun en önemsediği şeyi hediye alıyor: televizyon. Bunu haberini vermeye annesine gittiğinde karşılaştığı durum çok farklı oluyor. Annesinin diyet haplarına bağımlı olduğunu gördüğünde onu uyarmaya çalışıyor-Tabii bunu söylerken kendisinin de bağımlı olduğunu unutmamak gerek.- Sara’nın ise belki de kimsenin itiraf edemeyeceği gerçekleri söylemesi ile hem Harry’i hem bizi sarsıyor. İşte Sara’nın o monoloğu:

-…En iyi koltukta kim oturuyordu gördün mü? Ben artık önemliyim. Herkes beni seviyor. Yakında milyonlarca kişi beni görecek ve benden hoşlanacak. Onlara senden ve babandan bahsedeceğim. Bu sabahları uyanmam için iyi bir sebep. Kırmızı elbiseye girmek için, kilo vermem için bir sebep. Gülümsemem için bir sebep. Yarını çok güzel gösteriyor. Yalnızım ve yaşlıyım. Sen gittin. Baban gitti…

 

Sonbahar başlıyor. Artık sorunların başladığı ve amaçlardan uzaklaşıldığı döneme, uyuşturucu işinin ters gitmesi ile giriyoruz. Tüm para ve uyuşturucuyu Tyrone’un karıştığı bir olay ile kaybeden üçlü çıkmaza girer. Sara ise haplara toleransı başlayınca daha fazlasını içmeye ve hapları yemek yerine koymaya başlar. Halüsinasyonlar ile gerçek ve hayali ayırt edemez olur. Marion ve Harry’nin aşkı maddenin olmaması ile berber çıtırdar. Marion yazın kazandığı öz saygısını yok edeceği şeyler yapmak zorunda kalır. Bir kriz anında tasarımlarını paramparça eder, düşlerinin yerini uyuşturucu ile doldurur.

Harry ve Ty işleri yoluna koymaya çalışırlar ama her seferinde tekrar kaybederler. Artık önemli olan tek şey herhangi bir madde bulmaktır çünkü seksin, yemeğin, hayallerin, amaçların yerine maddeyi koymuşlardır. Bunun uğruna Harry ve Ty, New York’tan Miami’ye yeni bir satıcı bulmak üzere yola çıkmaya karar alır. Bu karar ile arkada kalan Harry ve Marion’un aşkı yıkılmış olur.

 

Sara, gördüğü sanrılar nedeni ile yaşayamaz hale gelir. En sonunda sürekli izlediği Tappy Tibbons’un televizyondan hayalindeki Sara ile birlikte çıkıp yaşlı Sara’yı aşağılaması buradaki benlik çatışmasını bize yansıtır. Bu sanrı Sara’nın aklı için son nokta olur ve evden kaçar. Sara’nın çöküşü ile beraber diğer mevsime geçiyoruz.

Kışın gelişi Sara’nın akli dengesini yitirip televizyon programının binasını basması ile daha da karanlık bir hal alıyor. Bu olayın ardından Sara, akıl hastanesine gönderiliyor. Ellen Burstyn bu sahnelerde gerçekten oyunculuk yeteneğinin zirvesini görüyor ki Sara karakteri ile Oscar’a aday oluyor.

Marion yaşadığı bu yoksunluk durumuna daha fazla dayanamayarak Big Tim denilen uyuşturucu satıcısı ile cinsel ilişki üzerinden anlaşma yapar. Eğer cinsel içerikli sahnelerden rahatsız olan birisiyseniz uyarmam gerekir ki sahneler çok gerçekçi ancak bu gerçeklerin karanlık ve acımasız yüzünü görme şansını yakalıyorsunuz. Marion artık çıkamayacağı bir bataklığa saplanmış oluyor.

Bu sırada Harry ve Tyrone için işler yolunda gitmez. Harry’nin kolu kullandıkları madde yüzünden iltihap kapar.  Tyrone onu hastaneye götürür ancak doktorun onları polise ihbar etmesi üzerine hem Tyrone hem Harry hapse girer. Harry’nin Marion ile telefonla konuşma sahnesinde ikisi de asla tutulamayacak sözlerin, hayallerin farkındadırlar ancak artık çok geçtir. Harry hastaneye kaldırılırken Tyrone hapiste çok kötü şartlar altında kanalizasyon temizler.

Sara’nın yaşadıkları ise bence filmin en korkunç ve midede ağrıya sebep olacak olanları. Karakterlerin kaç yılında yaşadığı belli olmasa da yetmişler diye tahmin ediyorum çünkü uygulanan tıbbi yöntemleri görüyoruz. Tıptaki yanlış uygulanmış yöntemlere bir eleştiri yapıyor aslında film. Uygulanan elektrokonvülsif tedavinin aslında yanlış uygulanması üzerine Sara sadece kırmızı elbiseye girmek isterken akli dengesini kaybeden yaşlı bir kadın oluyor. Komşularının Sara’yı ziyarete geldiği sahnedeki tepkileri, aslında biz izleyicilerin tepkisi ile aynı: Dehşet.

Bu yıkılmış insanların, düşlerine ulaşmak için yaptıkları yanlış seçimlerle edindikleri bağımlılıklar ile doğruyu göremeyecek hale gelirken aynı zamanda nasıl yalnızlaştıklarını görüyoruz. Tyrone huzur ve annesine başardığını göstermek isterken özgürlüğünü, Harry ise Marion ile bir hayat isterken kolunu, Marion sevilmek isterken bedenini, Sara önemli hissetmek isterken aklını kaybediyor. Filmin sonu pek manidar bitiyor. Bu dört karakter yataklarında cenin pozisyonunda ulaşmayı hedefledikleri ama asla ulaşamayacakları düşlerin gerçekleştiğini hayal ederken film bitiyor.

İnsanoğlu her zaman hayal kuran ve bunu gerçekleştirmek isteyen bir varlıktır, bunlara ulaşmak isterken insanlığımızdan vazgeçmek bizi yok eder.

Faydalanılan Kaynaklar

No Country for Old Men / İhtiyarlara Yer Yok

Fatma Sönmez

March 07, 2018

Fargo, True Grit, A Serious Man, The Big Lebowski, Blood Simple yapıtları ile tanıdığımız Coen kardeşler 2007 yılında vizyona girmiş olan No Country for Old Men (İhtiyarlara Yer Yok) isimli filminin yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendi. 2007 yılında vizyona giren ve 122 dakikalık olan  No Country for Old Men; suç, gerilim, dram ve western gibi türlerin kaynaştırıldığı bir film.

 

Filmin Konusu

Llewelyn Moss (Josh Brolin), Teksas’ta avcılık yaparak eşi ile beraber yaşayan sıradan bir adamdır. Bu sakin yaşam, bulunmaması gereken bir yerde iki milyon dolar bulup eve getirene kadar devam etmiştir. Daha sonra parayı bulduğu yere döner ve Anton Chigurh (Javier Bardem) ile karşılaşır. Bu noktadan sonra hayatı hiç olmadığı kadar karışır ve iki milyon dolar ile büyük kaçış başlar.

 

Film İncelemesi  

Filmde bir soundtrack yok ve filme Teksas’a bir göz gezdirerek başlıyoruz. Coen kardeşler bizi  olayların içine direkt bırakıyor ve onların ciğerlerimize dolmasına izin veriyor. Anton Chigurh’un bizim gördüğümüz ilk cinayeti aslında onun hakkında bize çok fazla bilgi veriyor. Muhtemelen bakışlarındaki o deliliği, boğulan polisin çırpınışı, sanki bir dakika önce bir adam ile boğuşmamış gibi düzgün olan kıyafeti, soğukkanlılığı ve oksijen tüpü… Kendi gibi farklı bir öldürme tekniği var Anton Chigurh’un. Bunun da aslında Coen kardeşlerin yaptığı bir metafor olduğunu düşünüyorum. Oksijen sadece bize hayat vermez, aynı zamanda onu elimizden de alabilir. Şimdilik Anton’dan uzaklaşıp Llewelyn Moss’a yaklaşalım.

 

Llewelyn Moss başına neyin geleceğinden habersiz avlanmaya çalışırken uyuşturucu çetelerinin birbirini katlettiği alanı bulur. Hala yaşayan ama susuzluktan ölmek üzere olan bir çete üyesini görür ancak yanında hiç su kalmadığından ona su veremez. Llewelyn en son hayatta kalan birinin olduğunu düşünür. O kişiyi bulur bulmasına ama bulduğunda artık o yaşamıyor olur ve işte Llewelyn’in hayatını tamamen değiştirecek ve seri katilimizi peşine takacak olan içinde iki milyon dolar bulunan çantayı alır ve evine döner. Llewelyn’nin vicdanı onu uyutmayınca bir bidon su ile alana döner ama dönmesi ile uyuşturucu çetesinin bazı üyeleri ile karşılaşır. Bu noktadan sonra filmde durmak bilmeyen Coen kardeşlerin tarzında bir kovalamaca başlar.

 

Llewelyn ön görüye sahip, zeki bir adam. Bu sayede peşinde olan seri katilimiz Anton’un adımlarını biliyor ve bu kovalamaca bu sayede gerçekten fazlaca haraketli ve beklenmedik oluyor; bu nedenle film boyunca zihinsel olarak bir şeyleri bekleyip duruyorsunuz. Llewelyn’nin bu ön görüsünü Vietnam gazisi olmasına da bağlıyorum ben. Normal biri Anton’u bu kadar uğraştırmaz.

 

Bu filmin incelemesini yazmak için seçmemin asıl sebebi Anton Chigurh’un psikolojisinin beni çok etkilemesi. Javier Bardem’in -benim en beğendiğim- oyunculuğu ona Oscar kazandırıyor. Bunun dışında filmin üç Oscar’ı daha bulunuyor. Film kitaptan uyarlama olduğu için bazı noktalar kitapta daha belirgin durumda. Anton’u anlamamızda bize daha fazla yardım ediyor kitap. Anton Chigurh geçmişinde hırsızlık, kundakçılıktan hapise girip çıktı. Cinayetten suçlandı ama kanıtlanamadığı için serbest bırakıldı. Çocukluğunda da hayvanlara işkence edip öldürdü. Tam bir seri katil geçmişi değil mi? Peki onu diğer katillerden ayıran şey neydi? Ona “psikopat” dememizi sağlayan şey neydi?

 

Anton film boyunca kendi üslubu mu öyleydi yoksa karşı tarafı korkutmak için mi yaptığını bilemediğimiz göz temasları kuruyordu. Dik, delici ve arkasındaki anlamı bilemediğimiz bakışlar. Bu bakışları ve konuşma şekli sayesinde insanları manipüle edebiliyordu. Bunu özellikle benzin istasyonu sahibi ile konuşmasında görebiliyoruz. Kendi hakkında ipucu vermeyi sevmeyen, sabırlı ve kendine hakim, empati yeteneğinden yoksun, bağlantı kurduğu kimseyi önemsemeyen, önüne çıkan her şeyi yok eden-bu öldürmelerin arkasındaki mantığı asla anlayamayacağız-, iç görü yapamayan biri.

 

Benzin istasyonu sahnesi benim için filmin en unutulmaz sahnesi olması ile beraber Anton’un karakterini en fazla açık ettiği sahne aynı zamanda. Sahnede adamı öldürüp öldürmeyeceğini yazı-tura ile kara vermesi kadere olan inancını da bize gösterirken aynı zaman ahlaki prensiplerden yoksun olsa da kendi oluşturduğu ilkelerden vazgeçmediğini görüyoruz.

 

Burada Anton karakterinin nasıl sorumluluktan kaçtığını ve sonucunun ne olduğunu düşünmüyor. Zaten kendi hakkında bir şey değiştirmek istemiyor. Bunların tamamını birleştirince Anton’da antisosyal kişilik bozukluğu olabileceği görülüyor. Film zaten bu kişilik bozukluğunun sonucu olan davranışları ve altındaki anlamları anlamanın ne kadar karmaşık ve zor olduğunu gözler önüne seriyor. Bu kişilik farklılığı, Coen kardeşlerin çekim tekniklerini de etkilediğini, Anton’un bulunuduğu sahnelerde bunu gözlemleyebiliyoruz. Çekimler daha gölgeli-aynı Anton gibi-, gizemli, durgun, renkler daha farklı şekilde tasarlanmış. Hatta filmde Anton istemezse biz de onu göremiyoruz ve bu Coen kardeşler tarafından da bir sahnede işlendi. Anton ile muhasebeci arasındaki diyaloğu hatırlayalım.

 

Muhasebeci: Beni vuracak mısın?

Anton: Duruma bağlı, beni görebiliyor musun?

Filmde Anton ile Llewelyn son karşılaşmasını görmek isterdim ama “Kahrolası Meksikalılar”!

   

Yazıda Şerif Bell’den bahsetmemek eksiklik olur. Şerif Ed Tom Bellin’in gelenekselci bakış

açısı, geçmişe dair özlemi, yaşlandığını fark etmesi, hayatı-tanrıyı kabullenemeyişi, babası ve sonrasında yaşadığı o iç karmaşa filmin biraz daha ana fikrini veriyor diyebiliriz bence. Dünya ilerliyor, değişiyor ama dünya bizim sandığımız şey değil. Film Ed’in rüyasından bahsetmesi ile biter. Bu öykü belki Şerif Ed’in rüyasıdır. Belki diyorum çünkü Ed rüyasının sonunu görmeden uyanır ve film de ucu açık biter. Bu da filme psikanalitik bir bakış açısı katar.

 

Bence film gelenekçilik, özgür irade, ahlak, toplumsal düzen, ahlak gibi konuları irdeliyor ama kesin bir şey söylemiyor. Filmin başındaki odak nokta para iken sonlara doğru artık para önemsizleşir. Film anlaşıldığı üzere bol katmanlı bir düzendedir. Coen kardeşlerin izlediğim filmleri arasında beni en çok etkileyen ve olağan dışı bulduğum filmidir. No Country for Old Men üzerine daha fazla konuşulacak bir filmdir ama bugünlük kâfi.

Faydalanılan Kaynaklar

http://www.imdb.com/title/tt0477348/

Wedding,Danny Ve Niemiec, Ryan. Sinema ve Akıl Sağlığı,İstanbul:Kaknüs Yayınları,2016

http://www.kaknus.com.tr/urun/sinema-akil-sagligi/

Please reload

beautiful_mind.jpg
a beautiful mind russell crowe paul bett
bottom of page