top of page

22/06/2019

Bir Şizofrenin Yaşamı

(Elyn R. Saks)

 ‘İlk başta gün yeterince aydınlıktır, gökyüzü berraktır, güneş omuzlarınızı ısıtır. Ama çok geçmeden etrafınızda hafif bir sis oluştuğunu fark edersiniz ve hava da artık o kadar ılık gelmez. Bir süre sonra, güneş kalın bir kumaşın ardında kalmış loş bir lamba gibi olur. Ufuk gri bir pusun ardında kaybolmuştur ve akşamüstü karanlığında üşümüş ve ıslanmış halde dururken rutubeti akciğerlerinizde yoğun bir şekilde hissedersiniz…’

Uzun zamandan beridir okuduğum en açıklayıcı, bilgi verici ve bunu yaparken de bunaltmayan bir kitaptı diyebilirim. Kitaptan bir alıntıyla başlamak istedim. Tıpkı bunun gibi betimlemelerle içinde bulunduğu psikozu bizlerle paylaşıyor Elyn Saks.

 

Elyn ,  Hukuk Fakültesi’ndeki yaşamını anlatarak başlıyor kitabına. İlk başta Felsefe  bölümünü bitirip ardından Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırıyor. Bu aslında onun, aklını farklı şeylere yönlendirebilmek  için bir kaçış yöntemi. Çocukluğunda semptomlar yaşamaya başlıyor ama ailesi çok fazla üzerinde durmuyor. Elyn için farkedilen bir diğer nokta ise ilaç kullanmaya kesinlikle karşı olması. 18-19 yaşlarındayken merak ettiği için uyuşturucu kullanıyor fakat daha  sonra işlerin kontrolden çıktığını farkedip konuyu ailesine açıyor. Hayatının bir dönemi Rehabilitasyon Merkezi’nde geçiyor. Bu onun için aslında ilginç bir deneyim. Birçok bağımlının içinde gözlem yapma şansı buluyor fakat diğer yandan orada öğrendiği tek şey ‘ilaç kullanmak zararlıdır, seni güçsüzleştirir veya ilaç kullanarak savaşamazsın’  oluyor.  Sonuç olarak Elyn genç yaşta elde ettiği deneyimlerle hem ailesine karşı hem de herkese karşı hiçbir şey söylemeyip, güçlü durması gerektiği algısına kapılıyor.

 

Kronik şizofreni tanısı konulan Elyn, hayatının çok uzun bir döneminde farklı akıl hastanelerinde kalıyor ve farklı psikiyatr ve psikologlardan destek alıyor. Kitapta sevdiğim bir başka şey de bunların karşılaştırılıyor olması. Elyn’in muhteşem bir gözlem yeteneği var ve terapistlerini , hastaneleri, semptomlarını vb çok güzel bir şekilde karşılaştırıyor. Bu sayede terapistlerin yaklaşımlarının danışanda  nasıl bir etki bıraktığını gözlemleyebiliyorsunuz.

Kitabında yer yer psikolojik terimleri de açıklaması ayrıca sevdiğim bir başka nokta. Kronik şizofreniyi açıklaması bir yana farklı akıl hastanelerinde kaldığı için oradaki hastaları da gözlemleyip açıklıyor. Yani kitabın içerisinde yalnızca şizofreni değil, depresyondan anoreksiyaya kadar birçok şey açıklanıyor.

 

İlaç kullanmayı kabul etmesi ve gerçekten düzenli olarak kullanmaya başlaması bir 20 yılı buluyor.  Bu durumun nedeni açıkladığım gibi Rehabilitasyon Merkezin’de yaşadıklarına dayanıyor. Şizofreni ile en çok karıştırılan şey disosyatif kimlik bozukluğu veya diğer tabiri ile çoklu kişilik bozukluğudur. Fakat Elyn’in tabiri ile açıklayacak olursam şizofreni bölünmüş değil parçalanmış zihindir.

 

Kitabı okuduktan sonra merak edip Elyn ile ilgili arsştırma yaptım. Aldığı birçok ödül, yazmış olduğu birçok makale mevcut. Birde  TED konuşmasına denk geldim ve gerçekten çok etkileyici bir konuşma. Biraz vakit ayırıp dinlemenizi tavsiye ederim. Elyn şu anki durumunu 3 şeye bağlıyor:

 

1-) İyi bir tedavi almış olması

2-) Her zaman yanında olan arkadaşları ve ailesi

3-) Çok iyi bir iş ortamının olması

 

Elyn kitabı yazmadan önce uzun  bir süre düşünüyor çünkü durumunu birçok kişi öğrenmiş olacak. Öğrencileri, arkadaşları belki danışanlarının ona olan bakışı değişecek ve bu onun gerçekten çok ürktüğü bir durum. Fakat kitap çok fazla ilgi görüyor ve hiç de korktuğu gibi insanların ona olan yaklaşımı değişmiyor. Elyn’in  üzerinde durduğu ve benimde çok hoşuma giden bir sözü var: ‘Söylemeyi arzu ettiğim şey daha çok hepimizin paylaştığı insanlığın, bizde olan yada olmayan bir akıl hastalığından daha önemli olduğudur.’

 

Kitabın son kısmında Elyn şu an hangi noktada olduğunu, hastalığının nasıl devam ettiğini açıklamış ve bir güzel nokta ise  Elyn’e ait bir röportajın yer alması. Röportaj bilmediğimiz veya merak ettiğimiz birçok şeye ışık tutuyor.

 

Doktorların bir kısmı, hayatının en iyi ihtimalle bir bakımevinde geçeceğini söylüyorlar.  Fakat Elyn şu an USC Gould Hukuk Fakültesi’nde Hukuk, Psikiyatri ve Psikoloji profesörüdür. Kitapta en çok üzerinde durulan bir diğer nokta insanların yargıları. Bir çok kez, geçmiş durumu bilindiği için yapmak istediklerini yapamıyor ve bir şekilde engelleniyor. Elyn’ in geldiği konuma bakıcak olursak yargılarımızı bir kenara bırakmamızın vakti geldi ve geçiyor.

 

‘Zihinsel hastalıklardan muzdarip insanların istediği şeyler herkesin istediği şeylerdir. Sigmund Freud’un sözleri ile: çalışmak ve sevmek’

 Yazan: Elif Ateş

 Kaynakça:​ https://www.ted.com/talks/elyn_saks_seeing_mental_illness?language=tr

26/02/2019

Nöro-Cinsiyetçilik: Kadın ve Erkeklerin Farklı Beyinleri Olduğu Efsanesi

Prof. Dr. Lise Eliot, Şikago Üniversitesi, Rosalind Tıp Fakültesi, Sinirbilim

Cinsiyetçi Beyin: Kadın Beyni Efsanesini Parçalayan Yeni Sinirbilim, Gina Rippon (2019)

“Cinsiyetçi Beyin” kitabının yazarı bilişsel sinirbilimci Gina Rippon, kitabının başında kadın ve erkek beyni arasındaki sayısız farkları “nihayet” açıklayan çalışmalardan birini anlatıyor. Bu çalışma Irvine’de, Kaliforniya Üniversitesi'ndeki araştırmacılar tarafından yapılan ve 21 erkek ile 27 kadının Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRI) analiziydi (2005’te yayınlandı). Her ne kadar günümüz standartlarına göre küçük bir çalışma olsa da bu çalışma gazete ve bloglardan televizyona, kitaplara ve nihayetinde öğretmen eğitimi ve kurumsal liderlik konferanslarına kadar birçok alanda konuşuldu.

2010 yılında bir sabah uyandığımda, Amerika’da bir televizyon ağı olan CBS’nin yayınladığı Early Show programında bu çalışmanın kötü değerlendirmesiyle karşılaştım. Sunucu Harry Smith’in tıpla ilgili yazılar yazdığını söylediği Jennifer Ashton, erkeklerin kadınlardan 6,5 kat daha fazla gri maddeye sahip olduğunu, kadınların ise erkeklerden 10 kat daha fazla beyaz maddeye sahip olduğunu açıkladı. Daha sonrasında erkeklerin matematikteki zekâları ve kadınların aynı anda birçok işi yapabilmedeki acayip yetenekleri hakkında espriler yapıldı. Bu farklılıklar doğru olsaydı, kadınların kafasının erkeklerinkinden yaklaşık %50 daha büyük olması gerektiği bir kenara, Irvine ekibi beyin hacimlerini karşılaştırmadıklarını unutmayın; onlar sadece IQ ile gri veya beyaz madde ölçümleri arasında bir korelasyon olup olmadığına bakmışlardı.

Nöro-Cinsiyetçilik

Cinsiyet’e bağlı farkları araştırmaların tarihi, hesap yapamama, verileri yanlış yorumlama, kötü istatiksel analizler, tarafgirlikler, yetersiz kontroller ve daha kötüleriyle doludur. Cinsiyet farklılıklarının kötü-sinirbilimine karşı adı öne çıkan Rippon, sonsuz döngüyü göstermek için köstebeği sopalamak metaforunu kullandığı bu iddialı kitapta pek çok örnek gösterir. Bu döngüde, ilk önce bir beyin araştırması kadınlar ve erkekler arasındaki farklılık bulunduğunu iddia eder; sonra bu çalışma alaycı bir şekilde ‘Sonunda, gerçekler’ şeklinde herkese duyurulur; arkasından da başka araştırmacılar bu çalışmanın aşırı yorumlarını veya ‘ciddi tasarım hatalarını’ ortaya çıkarırlar ve şans eseri bu yanlış iddia bir süre ortadan kaybolur; ta ki başka bir araştırmayla ‘Aha’ denilene kadar; döngü böylece sonsuza kadar devam eder. Rippon’un da belirttiği gibi bu beyin farklılıkları avı bilimin elde ettiği bütün imkanlarla çağlar boyu devam etmiştir. MRG’nin de bu araştırmaların bir parçası olması nedeniyle son otuz yıldır bu araştırmalar çok fazla arttı.

Bununla birlikte Cinsiyetçi Beyin’de de ortaya koyulduğu üzere cinsiyete bağlı farklılıklara dair kesin bulgular bulunamamıştır. On dokuzuncu yüzyıldan beridir sevindikleri, kadın beyninin ‘‘140 gram daha az olması” dışında modern sinirbilimciler, erkeklerin ve kadınların beyinleri arasında belirleyici hiçbir fark tespit etmediler. 1995’te küçük bir Nature çalışmasının iddia ettiği, dil işlemlemenin kadın beyninde erkeklerinki gibi hemisferlerde eşit bir şekilde dağıtık olmadığı iddiası 2005’teki bir Nature meta-analizi ile yanlışlanmıştır. Beyin büyüklüğü vücut büyüklüğü ile orantılı olarak artar ve gri maddenin beyaz maddeye oranı veya korpus kallozum adlı sinir demetinin enine kesiti gibi bazı özellikler beyin büyüklüğüylüe lineer olarak değilse de belli bir miktar artar. Fakat bunlar miktardaki artıştır, elmayı armut yapmaz. Rippon'un da belirttiği gibi, kafası büyük bir kadınla kafası küçük bir erkeği karşılaştırdığımızda, kafa büyüklüğünün onların hobileri veya geliriyle ilişkili olmadığı görülmektedir.

Önyargının Tarihi

Rippon’un ana mesajı “toplumsal cinsiyet beynin de cinsiyetini üretecek” şeklindedir. Rippon’un kitabı, beyindeki farkları anlamayı baltalayan “nöro-cinsiyetçilik”e darbe vurmuş Angela Saini’nin Inferior (Aşağı Derece, 2017) ve Cordelia Fine’ın Delusions of Gender (Cinsiyet Aldatmacaları, 2010) kitaplarına omuz vermektedir. Eğer her şey geçmişte kaldı diyebilseydik onu okumak süper eğlenceli olurdu ama sopalanacak köstebekler hala kafasını çıkarmaya devam ediyor.

Rippon, kadınların “insan evriminin en aşağı biçimlerini temsil ettiği”ni anlatmak için taşınabilir kafatası ölçüm cihazı kullanan sosyal psikolog Gustave Le Bon’dan 1895 tarihli bir alıntıyla başlıyor. Rippon kitabını, Google mühendisi James Damore’un 2017’de iş arkadaşlarına gönderdiği, kadınların teknoloji ve liderlik rollerindeki yetersizliklerinin “biyolojik sebepler”i yazısıyla sonlandırıyor.

Rippon’un belirttiği gibi, kadınların daha aşağı olduğuna dair kanıt arayışı, daha çok kadın ve erkeğin birbirini tamamlıyor olduğunu ispatlamaya dönüştü. Bu böyle sürer, kadınlar erkeklerden daha az zeki değillerdir; sadece İncil öğretileri ile toplumsal cinsiyet rolleriyle çatışacak da olsa “bir şekilde” farklıdır. Bu nedenle, kadın beyninin empati ve sezgi bakımından güçlü, erkek beyinlerinin de akıl ve eylem için en iyi olduğu söylenir.

Pensilvanya Üniversitesi'ndeki araştırmacılar, hayli tantanalı 2014 MRI araştırma sonuçlarını, yani kadın beynindeki bağlantıların çoğunlukla hemisferler arasında; erkeklerde ise bağlantıların aynı hemisfer içinde olduğu bulgusunu, kadınların ve erkeklerin beyinlerini, birbiriyle zıt istikametlerdeki bir metro haritasına benzeterek halkın kafasına bir resim gibi kazıdılar. Fakat bu harita, hem çalışmadaki ergen katılımcılardan elde edilen bulguların farklılaşmadığını, hem de püberteyle ilişkili olgunlaşma farklılıklarını veya beyin büyüklüklerini kontrol altına almadıklarını göz ardı ediyor, ki bunlar da kadın-erkek farklarını azaltmaktadır.

Kültürel Yollar

Peki olay beyin donanımında değilse, kadın ve erkeklerin ilgilerindeki ve davranışlarındaki belirgin farklılıkları nasıl açıklarız? İşte burası Rippon’un cinsiyetçi bir dünyanın insan beyni üzerindeki etkisine ilişkin tezini ele aldığımız yerdir. Rippon görüşlerini, cinsiyet farkı araştırmasının zavallı tarihinden modern beyin görüntüleme yöntemlerine, oradan da sosyal bilişsel sinirbilimin ortaya çıkışından yeni doğanlarda beyinde cinsiyete bağlı farklılıkların zayıf kanıtlarına doğru ilerlediği dört bölümde bir araya getiriyor. Rippon, daha anne karnındayken cinsiyetin belli olmasıyla birlikte çocukların “serebral süngerlerinin” kültürlerdeki pembe-mavi renk ayrımıyla ıslatılarak nasıl farklılaştığını anlatıyor.

4. bölüm her ne kadar mutlu sonlu olmasa da bizleri 21. yüzyıla getiriyor. Bilim ve teknoloji alanındaki kadınlara ve cinsiyetçi dünyanın (bilimin profesyonelleşmesi ve “parlak olma”nın erkeksi sterotipini de irdeleyerek) kadınların bu yüksek statülü aleme girmelerini nasıl engellediğini veya onların ilerlemelerine nasıl mani olduğuna odaklanıyor. Lin Bian, Sarah-Jane Leslie ve Andrei Cimpian'ın araştırması, yetenekli kadınların ‘çalışma delisi’, erkeklerin ise ‘vahşi dahiler’ olarak görülmekte olduğunu ve bu ayrımın çocuklarca daha altı yaşlarındayken içselleştirildiğini göstermektedir. Beyin gelişimini, özgüveni ve risk almayı farklılaştıran tüm bu faktörler kızların ve erkeklerin başarılarını ve kariyer çizgilerini de belirlemektedir.

Zihinleri Değiştirme

Son kısım da kitabın alt başlığı olan “Kadın beyninin efsanesini paramparça eden yeni sinirbilim” i açıklıyor. Beyin farkının çürütüldüğü bir aşamada neden bu sadece kadın beyniyle sınırlandırılıyor? İlk başta, bunun Louann Brizendine’in yazdığı Kadın Beyni (2006) çalışmasına bir darbe olduğunu düşündüm. Ya da bu, belki de gerçeğin garip bir çeşitlemesi olarak, genelde ‘kadın fizikçi’ veya ‘kadın cerrah’ dememiz suretiyle ‘kadın beyni’nin hacimce nasıl büyüdüğünün altını çizmektir.

Alt başlık bir yana, kitap, cinsiyetçi bir beyin kavramını çürütme hedefini gerçekleştirmektedir. Beyin, karaciğerden, kalpten veya böbreklerden daha fazla cinsiyet ayrımına tabi tutulmaz. Sonlara doğru Rippon, sayıları giderek artan cinsiyet değiştirmiş kişilerin veya mevcut iki cinsiyet kategorisi arasında yaşayanların giderek artması bulgularına değinmektedir. Fakat şimdilik Rippon, çoğumuzun, temelde tek cinsiyetli olan beyni kültürel cinsiyet ayrım yollarından birine veya diğerine sokan ‘biyososyal deli gömleği” ile bağlıyız şeklinde sonlandırıyor.

Çeviren: Ebrar Özdemir, Medipol Üniversitesi, Psikoloji Bölümü Öğrencisi

Orijinal Metin: https://www.nature.com/articles/d41586-019-00677-x

04/09/2018

Tanrılık Halleri

Taha Esmeray

Montaigne “En az bildiğimiz şeyler” der Denemeler’inde, "tanrılaşmaya en elverişli olanlardır.” Bu kallavi cümlesinin akabinde, insani özelliklerle donatılmış Yunan tanrılarını anlamlandıramadığından dem vurur ve Cicero’dan yaptığı bir alıntıdan sonra da bu durumu ne derece esefle karşıladığına bizleri şahit tutar:
 

“Tanrıların yüzlerini, yaşlarını, elbiselerini, süslerini biliyoruz; Şecereleriyle, evlenmeleriyle, akrabalıklarıyla hep biz aciz insanlara benzetilmişlerdir: Onların ruhları da aynı yanlış yollara sapmaktadır, tanrıların da tutkularından, kederlerinden, hiddetlerinden söz edilmektedir."
Cicero

 

“İnanca, doğruluğa, namusa, özgürlüğe, barışa, zafere, dindarlığa, hatta hazza, sahteciliğe, ölüme, hırsa, ihtiyarlığa, sefalete, korkuya, hastalığa, felakete, şu zavallı, cılız hayatımızın daha birçok belalarına birer tanrı işi diye bakmak aynı şeydir.”
 

Montaigne’den duyduğumuz bunca olumsuz ya da eleştirel söz üstüne aklınıza takılır da “Yahu bu Yunan tanrılarının insanlardan hiç mi farkı yoktu?” diye sorabilirsiniz. Cevap:Vardır ama çok da yoktur. Bir istisna ile Yunan tanrılarının insanlardan farkı “ölümsüz” olmalarıdır. Olympus tanrıları olarak da bilinen ve Yunan mitlerinde karşımıza çıkan duygu, düşünce, davranış gibi farklı veçheleriyle bize çok tanıdık olan bu tanrılar adeta insansıdırlar. Monteigne’nin bu konudaki fikirleri ne denli doğru ne denli yanlış tartışılır fakat bizim konumuz insansı tanrıların öykülerinde insanlar kendilerini ne derece bulabilirler/tanıyabilirler? 
 

Birey olarak hepimizin bir takım farklar ile birbirinden ayrılan öyküleri vardır ve fakat bu öykülerin benzer kısımları aslında pek çok yerde yaşanmıştır, yaşanıyordur ve yaşanacaktır. Mehmet Akif, ibret almak noktasında noksan gördüğü insanlığa sitem ederken bir yandan da tarihin tekerrür olarak tarif ediliyor olmasını kabul ediyordu. İnsan insana, hikayeler hikayelere benziyor ve nihayetinde tarih de tekrara düşmeden edemiyor. Bunun Olympus tanrılarıyla alakasına gelince; yakın zamanlara dek çıkan fakat şimdilerde sadece sahaflarda karşılaşabileceğiniz bir derginin kapağında Goethe’nin “İnsan kendini yalnızca insanda tanır.” sözü yazıyordu. Bunca ifadeden ve bu vecizeden hareketle diyebilmek mümkün ki Yunan mitolojisinin her bir tanrısının başından geçen maceralar, trajediler, eğlenceler, hasılı hayat hikayelerinde insanın kendisine rastlaması işten bile değil. Bütün bunlara ek olarak insanın kendisini anlamak adına mitolojik öykülere yönelmesine psikoloji ile ilişkili kişiler de yardımcı olsalar ne güzel olur. Psikoloji ve mitoloji el ele verseler insanı/kendini tanımak daha kolay ve keyifli bir hal de alabilir. 
 

İş bu noktada bir eski çağ tarihçisinin -Evren Şar İşbilen-  ve bir psikoloğun -Gamze İnan Kaya- “İnsanlardan tek farkları, ölümsüz olmaları” alt başlığı ile kaleme aldıkları “Tanrılık Halleri” kitabı arayışlarımıza karşılık veren bir çalışma olarak beliriyor. Korku, macera, şiddet, cinsellik, erkeklik, kadınlık, yaratıcılık, narsisizm, haset, affetmek… Kuramsal temele dayalı pek çok farklı başlık altında Olympus ‘un sakinlerinin aramızda dolaştığına tanıklık etme imkânı bulduğumuz bu kitapta, Pan’ın öyküsünün nasıl Panik Atak, Narcissus’un kandan gözyaşlarının nasıl nergis çiçeği olarak bugünlere geldiği bilgisine de erişebiliyoruz. Geçmişte cereyan eden bu olaylar silsilesinden bugünlere bir pencere açılıyor ve insansı tanrıların öykülerini okudukça merakımız da katlanıyor. Kim kendini okumaktan haz duymaz ki! Borges’in “All Our Yesterdays” şiirinde dediği gibi:
 

“Bilmek istiyorum geçmişim kimin.
Gelip geçenlerden hangisinin?”

08/05/2018

Perversiyon

Muhammed Taha Esmeray

Canilerin ruhlarında da bazı namus çizgileri vardır.

Erdemin insanların gözünde değeri büyüktür,

en bozulmuş kimseler bile hayatlarında bir erdem

gösterisinde bulunmak için binlerce fırsat arar.

Les Crimes de l'amour– Marquis de Sade

Perversiyon genel olarak araştırmacıların cinsel yönünü ele aldığı; eski tabirle sapkınlık yeni tabirle parafili kelimeleriyle eşleşen bir kavramdır. Salt seksüel açıdan ele alındığında açıklanması noksan kalacak bir konu olan perversiyon XIX. yüzyılda Richard von Krafft-Ebing tarafından tıbbî bir kavram haline getirilmiştir. Perversiyon biyolojik anlamda bilinen cinsel ilişki dışında kendine özgü bir amaca sahip olan cinsel aktivitedir. Normal seksüalite ile perversiyon kavramları çok büyük farklılıklarla birbirinden ayrılır. Perversiyonu intrapsişik perspektiften ele aldığımızda bir örnekle ön sevişmenin asıl amacı cinsel gerilimi arttırmak ve partneri harekete geçirmek iken perverse durumlarda amaç belirgin bir gerilimin ortaya çıkmasını ve partnerin isteksizleşmesini sağlamak olarak görülür.

Pervertler cinsel temas kurduğu insanları bir birey olarak görmekten ziyade bireylere bir nesne gibi yaklaşırlar, karşılarındaki kişilerin tatminine de hazzına da asla önem vermezler ve bu anlamda tamamen bencil davranırlar. Perverse davranışlarda cinsel uyarım hızlı sağlanır ve genellikle orgazm ile de sonuçlanır. Perversiyonu, biyolojik birleşmeden ya da seksüel aktiviteden ayıran nokta tam olarak burada karşımıza çıkmaktadır. Pervert bireyler cinsel birleşmeden değil, partnerlerine karşı uyguladıkları kötülükten zevk alırlar. 

 

Pervetlerin perversif davranışlarının temelinde şiddet ve nefret yatmaktadır ve bu sebepten perversiyonun olduğu her yerde bir adli vaka vardır. Perversiyon kavramı en açık ifade ile şiddet ve nefrete erotik bir anlam yüklemek ve bu duyguları seksüel olarak ortaya çıkarmaktır. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere cinselliğin cinsellik dışı bir amaca hizmet etmesi söz konusudur; perversiyon bir cinsel işlev bozukluğudur.

Pervertler genellikle ruhsal gelişim basamaklarında sıkıntılar yaşamış insanlardır. Sevgi ve şefkat duygularını yalnızca kendilerine kullanan pervert kişiler her zaman iyi kalmak isterler ve yaptıkları perversif davranışları iyi olarak nitelerler. Pervert eylemlerde belirgin olan “kötülük yapma” isteği olmadan perversiyona maruz kalmış kişilerin haz alamayacağı kesindir.

Pervert vakaların halk içinde ne oranda yaygın olduğuna dair güvenilir ve detaylı bir bilgi, bir araştırma mevcut değildir. Pervert davranış tespit edilen insanlarda tedaviler çok az bir ihtimalle olumlu sonuçlar verir ki genellikle pervertler tedaviye gelmezler çünkü yapmış oldukları davranışları kötü görmez, perversiyon olduğunu da kabul etmezler.

 

Ve son olarak, eğer bu konu ilginizi çektiyse aşağıdaki kitapları okuyabilirsiniz:

  • Richard Von Krafft Ebing - Cinselliğin Psikopatolojisi 1 – 2 (Payel Yayınları)

  • Sigmund Freud - Cinsellik Üzerine (Payel Yayınları)

  • Michel Foucault - Cinselliğin Tarihi (Ayrıntı Yayınları)

  • D.A.F. Marquis De Sade - Yatak Odasında Felsefe (Ayrıntı Yayınları)

  • Elizabeth Roudinesco - İçimizdeki Karanlık Yan Sapıklığın Tarihi ( Say Yayınları)

  • Leopold Ritter von Sacher-Masoch - Kürklü Venüs (Ayrıntı Yayınları)

 

Faydalanılan kaynak

Stoller, Robert J. ( 1986 ) Perversion: The Erotic Form of Hatred. New York: Karnac Books.

Freud, S. ( 1993 ) Cinsiyet Üzerine. İstanbul: Say Yayınları.

Şah, U. ( 2011 ). Türkiye’deki Gençlerin Cinsel Yönelimlere İlişkin Sosyal Temsilleri. Türk Psikoloji Yazıları, 14 (27), 88-99.

İncesu, C. (2004). Cinsel İşlevler ve Cinsel İşlev Bozuklukları. Klinik Psikiyatri Dergisi, Ek 3, 3-13.

07/03/2018

İnsana Kendi Öyküsünü Anlatan Öykücü Beyin

Muhammed Taha Esmeray

Ramachandran’ın kitabına öykücü beyin ismini verirken beyinlerimizin, bize bizi yani insanlara insanı ve hatta insanlığı anlatıyor olduğu fikrinden yola çıktığını düşünüyor insan. Bilimsel ifadelerin ince ince işlenip aydınlatıldığı ve adeta değinilen her konunun ya da olayın açık ve anlaşılır bir şekilde ele alındığı; nörolojiye, sinirbilime ve psikolojiye eğilimi olan, bu merakını nasıl giderebileceğini ve nereden başlaması gerektiğini bilmeyenlerin sıfır taşı olarak nitelendirebileceğimiz kitap. Yazar kitaba başlarken evrim olmadan yola çıkılamayacağına değiniyor. Hayalet uzuvlar ve esnek beyinler başlığı altında ilgi çekici deneylerden bahsediliyor ve beynimizdeki bazı noktaların vücudumuzda nereye denk geldiği hayalet uzva sahip Victor isimli bir hasta ile gözler önüne seriliyor. Beynin hayalet uzuvlara nasıl tepki verdiğini ve öğrenilmiş ağrıların dahi plastik beyinler aracılığıyla yok edilebildiğini gösteriyor. Psikoloji ve sinirbilim arasındaki sağlam ilişkiyi görmemize olanak sağlayan bu kitapta insanı cezbeden pek çok konuya kısa kısa değinilmesi okumayı da kolaylaştırıyor.

 

İnsanda en etkin duyunun görme olduğu ve görme olayının algı konusu üzerindeki etkin rolüne dair başlangıç özelliği taşıyan ve ilgi çeken örnekler veriliyor. Akabinde çok farklı bir düşünce sistemine sahip olan sinesteziklere geçiliyor ve bana kalırsa kitabın ilgiyi fazlaca üstüne çeken ve kapılarını sonuna kadar açan kısmı buradan itibaren başlıyor. Şüphesiz her bölümde merak uyandıran noktalar var fakat sinestezi konusu acayipliğiyle ve tanındık sanatçıların da sahip olduğu bir hastalık olması gibi özellikleriyle kitapta başka bir köşeye oturuyor. Nörolog Semir Zeki’nin beyindeki V4 alanına dair yaptığı keşfin de üzerine eğilen Ramachandran beynin sandığımızdan farklı pek çok bilinmeyen özelliğini belirgin hale getiriyor. Otizm hastalığına ayna nöron perspektifinden yaklaşan yazar aynı zamanda hemen hemen her üç otistik çocuktan birinin bebekliğinde temporal lob epilepsisi yaşadığı bilgisini de veriyor.

 

İlerleyen kısımlarda dille ilişkili olan beyin bölgelerini ele alırken konuşabilen tek varlık olmamızın dikkat çeken bir evrimsel süreç olduğunu ve bu özelliğin nasıl açıklandığını görüyoruz; anlam bilgisi, biçim bilgisi, dilbilgisi gibi dilin farklı detaylarını inceleme fırsatı buluyoruz.

 

Sanat şüphesiz insanı ve dolayısıyla toplumları etkisi altında bırakmış önemli bir alan. Sanatın bilimden uzak ya da bilimle ilişkisiz olduğunu söylemek uygun kaçmayacağı gibi bu ilişkinin belirgin olduğunu ortaya koyan pek az çalışma vardır. Ramachandran kitabın yedinci ve sekizinci bölümlerinde sanatın, daha doğru ifade ile sanatı icra etmek göreviyle sorumlu sanatçıların estetik kavramı, sanatsal bakış açıları, eserlerinin önemi ve eserlerini önemli kılan noktaları beyin temelinde inceliyor. Bu bölümler orijinallikleri ve temas ettiği esaslar kapsamında kitaba değer katan diğer bölümlerden de biraz farklı bir yere sahip olma özelliği taşıyor.

Kitabın en kapsamlı ve en detaylı incelendiği bölümü ise kendilik kavramı çerçevesinde içe bakışın incelendiği dokuzuncu bölüm. Pek çok kendilik kavramına evvela sezgilerimiz açısından yaklaşılırken, insanın kendini/kendiliğini nasıl meydana getirdiğini irdeliyoruz bu bölümde sırasıyla. Üzerine romanların yazılabileceği pek çok ilginç hastalığa da değinilen bu kısımda kendimiz dediğimiz şey’in, bir sıvının içerisine koyulduğu kabın şeklini alması kadar basit olmadığını görmüş oluyoruz.

Faydalanılan Kaynak

Ramachandran,Vilayanur,Öykücü Beyin,İstanbul:Alfa Yayıncılık,2016

07/03/2018

Damga: Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar

Elif Aksoy

Toplumda insanlar belli kategoriler içerisinde yer alırlar.Bunlar; normal, sıradan olarak belirlenen kişiler ve bu tür insanlardan farklı olan, belirli bir kalıbın içerisinde olmayan yabancılar yani damgalı bireylerdir. Bu kişilerin niteliklerini belirtmek için ‘toplumsal kimlik’ terimi kullanılır. Toplumsal kimlik ikiye ayrılır: Varsayılan toplumsal kimlik – bireyin karşısındaki kişi hakkında kendi kafasında oluşturduğu kategori- ve fiili toplumsal kimlik – kişinin gerçekte sahip olduğu sıfatlar. İki kavram arasındaki uyuşmazlık gruplar arası ayrışmalara, kişinin toplumdan ve kendinden uzaklaşmasına sebep olur. Yazarın ifadesiyle, “Kabul görmediği bir dünyaya göğüs germek zorunda kalır.”

Yabancı birine karşı kafamızda onunla ilgili biriken yargıların, stereotipilerin hepsi damga oluşumuna sebebiyet verir. Bu tür bireyler toplumsal kimliği normal olanların kafasında sorunlu, lekeli, dışlanmaya layık türden kişilerdir. Kitap damga tiplerini üçe ayırır: “Öncelikle (1) bedensel korkunçlukları –muhtelif fiziki deformasyonları- gelir. Sonra (2) zayıf irade, baskıya müstahak ya da doğal olmayan tutkular, sapkın ve katı inançlar ve ahlaksızlık olarak algılanan bireysel karakter bozuklukları gelir; bunlar örneğin ruh bozukluğu, hapis yatmak, bağımlılık, alkolizm, eşcinsellik, işsizlik, intihara girişim ve radikal siyasi davranışlar gibi bilindik bir listeden çıkarılır. Son olarak da (3) ırk, ulus ve din gibi etnolojik damgalar vardır; bunlar, soy bağıyla aktarılabilir ve eşit bir biçimde bir ailenin tüm mensuplarına bulaşabilir.” Bu damgalanmış bireyler için ise itibarsızlaştırılmış ve itibarsızlaştırılması ihtimal terimleri kullanılır.

Damgalanmış bireyin duyguları açısından kendini normal olarak atfetme meyili vardır. Bende sizlerden biriyim deme dirayeti gösterilir. Herkesle aynı muameleyi görmeye hakkı olduğunu ifade etme gereksinimi duyarlar. Fakat bu tür kişiler diğer yandan üzerlerindeki damgaların farkında olarak yaşadıkları ve bunu içselleştirdikleri için hiçbir zaman normal insanlar tarafından kabul görülmeyecekleri algısına sahiptirler. Sahip oldukları sıfatlardan dolayı utanç hissederler. Kendi bedenlerinden, kimliklerinden memnun olmadıkları için aslında ön büyük kavgayı kendileri ile yaşarlar. Aynaya baktığında beğenmeme, kendinden nefret etme, özgüven eksikliği ve yetersiz olduğu inancı ortaya çıkar. Dolayısıyla benlik algıları her zaman kendilerini diğerlerinden aşağıda görme yönündedir. Bu tür kişiler, normal olanların onlara iyi davransalar bile altında art niyet ararlar. Kendilerini suçlu hissettikleri için karşısındakinin de onu aslında içten içe suçlu gördüğünü düşünüler.

Bu tür düşüncelere sahip olmalarında ise normal bireylerin davranışları etkilidir. Bu davranışlar kasıtlı ve kasıtsız olarak iki şekildedir. Kasıtlı davranışlar, damgalarını direk yüzlerine vurmalarıdır. Örneğin, damganın bulaşıcı olduğu düşüncesiyle bu tür bireylerle iletişim kurmamak, çocukların okul arkadaşlarıyla - ebeveynlerinin sahip oldukları damgadan dolayı – bağ kurmalarını engellemek. Kasıtlı olmayan ise bireylerin kafalarında oluşturdukları stereotipilerin sonucunu fark etmeden yaptıklarıdır. Örneğin, suçlu bir kişinin sadece gerilim kitapları okuyabileceği algısından dolayı farklı türden bir kitap okuduğunu gördüğünde ona iltifat etmek. Bu iltifatla kişi kafasında oluşturduğu stereotipileri sergiler. Ya da acınası olduğunu (damgalı) düşündüğü insanlara yardım etme ihtiyacı hissederek kurdukları cümlelerle aşağılarlar. Böylelikle damgalı bireyler kendilerini toplumun ötekileri olarak görürler.

  

Sosyalleşme Süreci

Damgalıların sosyalleşme süreci, toplumun onlar için belirlemiş olduğu benlik imgelerini öğrendiği ve bunlar ile yaşamayı kabullendikleri bir süreçtir. Yapmaları ve yapmamaları gereken şeyleri üzerilerindeki imgeler yönlendirir. Sosyalleşmenin türleri vardır. İlk olarak, damga doğuştan sahip olunabilir; doğduğunda yetim olmak gibi. Bu değişmeyen gerçeğin bilinciyle sosyalleşmelerini gerçekleştirirler. Diğeri, yetim doğan çocukların bir aile tarafından benimsenerek diğer normal çocuklar gibi hissetmesini sağlamaktır. Bununla birlikte, damganın farkındalığı bir çocuğun okula başladığında kendinden farklı kişileri gördüğü zamanda oluşabilir. Aile, çocuğu koruma gereksinimi hisseder ve onu kendi damgalarına uygun bir okula göndermeyi tercih eder. Böylelikle çocuğu bulunduğu ortamdaki dışlanmadan korumuş olduğunu düşünür. Halbuki kendinden farklı insanların varlığından haberdar olan çocuk kendisine yüklenmiş olan imgeleri reddetmek isteyebilir.  Bir diğeri ise sonradan elde edilen damgadır, hastalıklar ve kazalar sonucu meydana gelen fiziksel değişimler. Bunun sonucunda kişi benliğini kabullenememe noktasına gelebilir. Kitapta şu şekilde örneklendirilmiştir, “Başka herhangi birine yabancı olmaktan çok daha fazla kendime yabancı oldum.”

Toplumda farklı damgalara sahip gruplar vardır. Gruplar, belirli kategoriler içerisine giren kişilerin fikirsel, dış görünüş, ırk vb. ortak yanlarının bir araya gelmesi sonucunda oluşurlar. Her grup sahip olduğu kategorinin dışındaki kişilere yabancıdır. Bu gruplar içerisinde iki tür davranış sergilenebilir. İlki, kendisine benzeyenlerle bir arada olmak istemeleridir. İkincisi, onlarla birlikteyken rahatsız duymalarıdır. Çünkü onlara baktıklarında kendilerini görürler, akıl hastalıkları ve fiziksel rahatsızlıklar gibi. Ya da artık onlar gibi olmadıklarını kanıtlama ihtiyacı hissederek, dış dünyaya onlardan biriymiş gibi davranışlar sergilerler.

Damgalılar, yabancıların dünyasına girmek istendiği için onlar gibi davranma zorunluluğu hissederler. Bu yüzden damgalı bireyler sahip oldukları sıfatları gizlemek için “miş gibi yapma” gereksinimi duyarlar. Kusurlu olarak gördükleri özelliklerini gizleyerek kim olduklarını göstermemeye çalışırlar. Bu süreçte kişi kendiyle sürekli bir kavga içerisindedir. Olmadığı biri gibi davrandığı için ya damgasını itirafa yönelir ya da o ortamdan ayrılabilir. İtirafa yönlenmesi sonucunda dışlanmalar yaşayabileceği gibi kendini kabullenmede gerçekleşebilir. Aldatıcı görünümünden sıyrılarak “Ben böyleyim” diyebilir. Böylelikle bireyin içsel ve dışsal uyumu gerçekleşmiş olur.

Damgaların, damga olmaktan kalkıp diğer herkes gibi kabul görebilmesi için ise toplumun sahip olduğu stereotipilerinden arınması gerekir. Aksi takdirde, son olarak ifade edilen “kendini kabullenmeyi” gerçekleştiremeyen kişiler her zaman toplumdan ve özellikle kendinden soyutlanmaya mahkum kalır.

Faydalanılan Kaynaklar

Erving Goffman, Heterik Yayınları, 1. Baskı, 2014, Çeviri Ş. Geniş- L. Ünsaldı- S.N. Ağırnaslı

Damga/ Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar

Stigma/ Notes on the Management of Spoiled Identity

1 / 1

Please reload

1ef5a47cd247c3880894f0e8e1ee2390--photog
sizofren-bir-hasta-gunesin-kendisi-icin-
ElynSaks_düzenlendi.jpg
bottom of page